Alıntılar

Dalâletten Kurtuluş

İmam Gazali

Her şeyin hakikatini anlayıp kavramaya karşı susuzluğum gençlik çağımdan beri yüce Allah’ın mayama kattığı, doğuştan gelen bir âdetim olup kendi irade ve çabama bağlı değildir. Böylece taklit bağından kurtuldum ve benim açımdan daha çocuk denecek yaşta geleneksel inançlar anlamını yitirdi… Bu durumda hak olanı batı olandan ayırt etme hususunda birçok ihtilaf bulunduğunu görerek kendi kendime dedim ki, benim amacım sadece her şeyin gerçek bilgisine ulaşmaktır. O halde gerçekte bilginin ne olduğunu araştırmak gerekir. Anladım ki, kesin bilgi, bilinenin hiçbir şüphe taşımayacak, yanılma ve hayale yer bırakmayacak, zihnin bunlara imkan ve ihtimal tanımayacak derecede açık seçik hale gelmesidir. Aksine, hataya düşmememin güvencesi şudur: Bilgideki kesinlik öyle olmalıdır ki, mesela bir kimse taşı altına, değneği ejderhaya dönüştürerek bilginin yanlışlığını ortaya koymaya yeltense, bu durum hiçbir şüphe ve ihtimale yol açmamalıdır. Mesela ben on sayısının üçten daha çok olduğunu biliyorsam, biri çıkıp bana “hayır, üç daha çoktur” dese ve bunu kanıtlamak için “ben değneği ejderhaya dönüştürürüm” iddiasında bulunsa ve bunu yapsa, ben de bunu gözümle görsem yine de bu yüzden bilgimden şüphe etmem. Bu olaydan dolayı sadece onun buna nasıl güç yetirdiğine şaşarım; bildiğimden şüphe etmeye gelince… asla!

Sonra anladım ki, bu tarzda bilmediğim ve bu tür bir kesin görüşe varmadığım hiçbir bilgiye güvenilmez ve o bilgi hatadan emin olmaz. Halbuki, hatadan emin olmayan hiçbir bilgi kesin bilgi sayılmaz.

Sonra kendi bilgilerimi yokladım; duyu ve zorunlu olanlardan başka bu nitelikte bir bilgiden yoksun olduğumu gördüm. Kendi kendime dedim ki; ortada bu çaresizlik varken şimdi problemleri çözmek için duyu ve zorunlu bilgiler demek olan apaçık bilgilerden başka bir ümit yoktur. O halde öncelikle duyu bilgilerine ve zorunlu bilgilerin hatasız olduğuna dair güvenimin, daha önce geleneğe (taklîd) dayalı bilgilerime olan güvenim türünden mi, çoğu insanın teorik bilgilere olan güveni cinsinden mi, yoksa kapalılık ve tehlikeden uzak mutlak bir güven mi olduğunu anlayıp pekiştirmem gerekir. Bunun üzerine duyu ve zorunlu bilgiler hakkında çok ciddi düşünmeye, bunlardan şüphelenmemin mümkün olup olmadığını incelemeye başladım. Uzun süren şüpheden sonra duyu bilgilerine güvenmeye de aklım (nefs) yanaşmadı. Zihnimdeki bu şüphe gittikçe artmaya ve “Duyulara nasıl güvenilir?” demeye başladı. Bunların en güçlüsü olan görme duyusu… yıldıza bakarak onu madeni bir para kadar küçük görür; sonra geometrik deliller onun yerküreden daha büyük olduğunu gösterir. Bu ve benzeri duyulur nesneler hakkında duyu hakimi yargıda bulunur, fakat akıl hakimi onu savunamayacak derecede yalanlayarak yalnız bırakır.

Kendi kendime dedim ki: “Duyulara olan güven yıkıldı; … ancak akla dayalı önsel bilgilere (evveliyat) güvenilebilir.” Bu defa duyular dedi ki: “Akla dayalı bilgilere olan güveninin de duyu bilgisine olan güvenin gibi olmayacağından nasıl emin olabilirsin? Zira önceleri bana güveniyordun, fakat akıl hakimi ortaya çıkıp duyu yargısını yalanladığı gibi, o ortaya çıktığında da aklın yargısını yalanlayacaktır. Böyle bir idrakin ortaya çıkmayışı, onun imkansız olduğunu göstermez.” Bu cevap karşısında akıl (nefs) biraz duraksadı ve problemini uyku olayıyla destekleyip dedi ki: “Görmüyor musun, uykudayken birçok şeyin varlığını kabul ediyor, nice halleri hayalen yaşıyor, bunların sabit birer değer olduğuna inanıyor ve o hallerin varlığından şüphe etmiyorsun; sonra uyanınca bütün bu hayal ve inançlarının aslı-faslı olmadığını anlıyorsun. O halde uyanıkken, bulunduğun duruma göre gerçek sayılan duyu ve aklın bütün verilerine nasıl güvenebilirsin? Fakat senin, uyanıklığa nisbeti, uyanıklığın uykuya nisbeti gibi olan bir hal yaşaman pekala mümkündür. Bu durumda uyanıklığın o hale göre uyku sayılabilir! O hal gerçekleştiğinde aklınla varsaydığın şeylerin asılsız hayaller olduğunu kesin olarak anlarsın. Belki de söz konusu o hal, sûfîlerin yaşadıklarını iddia ettikleri şeydir. Çünkü onlar duyuları aşıp iç dünyalarına daldıklarında, aklın verileriyle bağdaşmayan bu gibi halleri yaşadıklarını sanırlar. Belki de o hal ölüm halidir; zira Hz. Peygamber’in ‘insanlar uykudadır, öldüklerinde uyanırlar’ buyurmuştur. Olabilir ki dünya hayatı ahiret hayatına göre bir uykudur. İnsan öldüğünde şu anda gördüğü şeylerin tam tersiyle karşılaşabilir. İşte o zaman denilir ki: And olsun ki sen bundan habersizdin; şimdi senin perdeni kaldırdık, bugün artık gözün çok keskindir.” Bu düşünceler hatırıma gelince ruhumu etkiledi ve bir çare aramaya başladım, fakat kolay olmadı. Çünkü bu gibi düşünceler ancak delille ortadan kaldırılır, delilin ortaya konulması ise yalnız öncel bilgilerle yapılan önermelerle oluşturulur. Doğruluğu kabul edilen bir bilgi bulunmadıkça delili düzenlemek de mümkün değildir. Bu hastalık müzminleşerek iki aya yakın devam etti. Bu süreç içinde ben düşünce ve ifadede değilse bile psikolojik olarak bir sofist idim. Nihayet yüce Allah beni bu hastalıktan kurtardı ve zihnim tekrar sağlığına ve dengeye kavuştu; bu sayede zorunlu aklî bilgiler tekrar geçerli ve güvenli hale dönerek kesinlik kazandı. Bu durum, mantıkî deliler getirmek ve söz düzenlemekle değil, yüce Allah’ın kalbe bıraktığı bir nurla oldu. O nur birçok bilginin anahtarıdır…

Bunları anlatmaktan maksat, hakikati tam bir ciddiyetle aramanın, aranmaması gerekeni aramaya kadar vardığını bilmendir. Çünkü apaçık olan bilgileri aramak gerekmez; onlar zaten hazırdır. Hazır olan arandıkça kaybolur ve gizliliğe bürünür. Aranılmaması gerekeni arayan kimse, aranılması gerekeni aramakta kusur ettiğinden dolayı da suçlanamaz.

Yüce Allah fazlı ve bol keremi sayesinde beni bu hastalıktan kurtarınca, hakikati arayanların dört grupta toplandığını gördüm…

Önce kelam ilmine başladım, onu öğrendim ve iyice kavradım. Önde gelen kelamcıların kitaplarını okuyup gözden geçirdim ve o konuda yazmak istediklerimi yazdım. Sonuçta onun kendi gayesi bakımından yeterli, fakat benim amacım açısından yetersiz bir ilim olduğunu gördüm. Zira kelamın gayesi, sadece Ehl-i Sünnet inancını bid’atçilerin kafa karıştıran görüşlerinden korumaktır… Şu var ki, kelamcılar bunu yaparken, hasımlarından devraldıkları birtakım mantıkî öncüllere dayandılar… Hasımlarının çelişkilerini ortaya çıkarıp sorgulamada en çok başvurdukları [yöntem yine hasımlarının] doğruluğunu kabul ettikleri fikirlerin gerekleri olmuştur. Halbuki bu ahlayışın, apaçık (aksiyomatik) bilgi dışında hiçbir bilgiyi kabul etmeyenlerce yararı azdır. Bu bakımdan kelam benim için yetersizdi ve şikâyet ettiğim hastalığıma da şifa vermiyordu…

Kelam ilmini bitirdikten sonra felsefeye başladım. Kesin olarak öğrendim ki, bir ilmi son noktasına kadar kavramayan, hatta o alanı en iyi bilenin düzeyine gelip sonra onun derecesini geçmeyen, o ilimde otorite sayılanın farkına varmadığı derinlik ve tehlikeleri sezmeyen kimse, o ilmin bozuk yönlerini fark edemez. İşte bu takdirde ancak bir şeyin yanlışlığı hususundaki iddianın doğruluğuna inanmak mümkün olur. İslam âlimleri arasında bu tarzda emek ve çaba harcayan birini görmedim!

Hasımlarının kitaplarındaki görüşlerini red ile uğraşırken, kelamcıların kitaplarındaki ifadeler tamamen kapalı, dağınık, açıkça çelişik ve bozuktu. Bu ifadelerin, ilimlerin inceliklerini bildiğini iddia edenler bir yana, hiçbir şeyden habersiz cahili kandırması bile düşünülemez. Böylece öğrendim ki, bir mezhebi anlamadan ve bütün inceliklerine vakıf olmadan reddetmek karanlığa taş atmaktır. Bunun üzerine bir üstad ve hocadan yardım almaksızın, sırf kitaplardan okuyup inceleyerek felsefe öğrenmek için paçaları sıvadım. Bağdat’ta üç yüz talebeye şer’î ilimleri okuttuğum ve eserlerimi kaleme aldığım dönemde boş vakitlerimi buna ayırıyordum.

Bu çalıntı vakitlerde sırf okuyup incelemek suretiyle iki yıldan az bir sürede filozofların bildiklerinin hepsini öğrenmemi şanı yüce olan Allah bana nasib etti. Onu anladıktan sonra bir yıla yakın bir zaman da üzerinde düşünmeye, tekrar tekrar derinliklerini ve tehlikelerini araştırmaya devam ettim. Nihayet felsefenin hile ve aldatmaları ile hakikate ve hayale dayanan yönlerine şüphe etmeyecek derecede vakıf oldum.

Şimdi sen, filozofların ve onların bilgisinin ne sağladığının hikayesini dinle! Onların kendilerinin ve ilimlerinin birkaç sınıfa ayrıldığını gördüm. Her ne kadar öncekilerle daha öncekiler, sonrakilerle onlardan öncekiler arasında hakikate uzak ve yakın olma bakımından büyük farklılık bulunsa ve bunlar birçok sınıfa ayrılsalar da küfür ve ilhâd hepsinin ayrılmaz damgasıdır.

Filozofların Sınıfları ve Hepsinin Küfür Damgasını Taşıdıkları Üzerine

Bilmelisin ki, ekolleri çok ve doktrinleri farklı olmakla birlikte filozoflar “dehriyyûn” (materyalistler), “tabî’iyyûn” (naturalistler) ve “ilahiyyûn” (metafizikçiler) şeklinde üç kısma ayrılırlar.

1. Materyalistler (ed-dehriyyûn): İlk sınıf teşkil eden materyalistler, eskiçağ filozoflarından, kainatı yöneten bilen ve kudretli Yaratıcı’yı inkar eden bir gruptur. Onlara göre alem bir yaratıcı tarafından var edilmemiş, aksine öteden beri hayvan meniden, meni de hayvandan meydana gelmiştir ve böyle sürüp gidecektir. İşte bunlar zındıklardır.

2. Naturalistler (et-tabî’iyyûn): İkinci sınıfı oluşturan naturalist filozoflar tabiat alemini, hayvan ve bitkilerin ilginç yönlerini çokça araştıran kimselerdir. Yine bunlar hayvanların anatomisini derinlemesine araştırmışlar ve onlarda yüce Allah’ın eşsiz hikmetlerini ve eserinin ilginçliğini görerek her şeyin gaye ve maksadını bilen, hikmet sahibi bir Yaratıcı’nın varlığını kabul etmek zorunda kalmışlardır… Fakat bu filozofların, tabiat üzerinde çok araştırma yaptıkları için, canlıyı tutan güçlerin normal mizaçtan kaynaklandığı hususunda büyük etki altında kaldıkları ortaya çıktı. Mesela insandaki akleden gücün mizaca bağlı olduğunu ve insanın mizacı bozulunca bu gücün de bozulup yok olacağını sandılar. Bunların iddiasına göre bir şey yok olduğunda, onun artık geri döndürülmesi düşünülemez. Bu durumda nefis ölür ve bir daha dönmez. Böylece ahireti, cenneti, cehennemi, kıyameti ve hesap vermeyi inkar ettiler. Onlara göre iyiliklere sevap, kötülüklere ceza diye bir şey yoktur. Sonunda dizginleri çözüldü, hayvanlar gibi dalıp gittiler.

İşte bunlar da zındıklardır. Çünkü imanın esası Allah’a ve ahiret gününe inanmaktır. Bunlar her ne kadar yüce Allah’a ve sıfatlarına inandılarsa da ahiret gününü inkar etmişlerdir.

3. Metafizikçiler (el-ilahiyyûn): Üçüncü sınıfı oluşturan metafizikçiler ise Eflatun’un hocası Sokrat, Aristoteles’in hocası Eflatun ve Aristoteles gibi sonraki filozoflardır. Bu Aristoteles mantığı düzenleyen, ilimleri sistemleştiren, daha önce ele alınmayanları işleyip geliştiren ve düzensiz felsefi ilimleri olgunlaştırandır. Bu filozoflar, ilk iki sınıf oluşturan materyalist ve naturalistlerin skandal derecesindeki hatalarını ortaya çıkararak reddettiler ki “Savaşta Allah müminlere yeter” ayeti uyarınca başkasının çarpışmasına gerek kalmadı. Sonra Aristoteles, Eflatun ve Sokrat’ı, onlardan önceki metafizikçilerin görüşlerini, onlarla ilişkisi kalmayacak şekilde reddetti. Ancak onların küfür ve bid’at rezilliklerinin kalıntılarından kurtulmayı yine de başaramadı. O halde bunları ve bunların ardından giden İbni Sina, Farabi ve benzerlerini kafir saymak gerekir. Öyle ki, Aristoteles’in ilmini aktarma konusunda hiçbir İslam filozofu bu iki kişinin yaptığını başaramamıştır. Bu ikisinden başkasının naklettiği şey, okuyucunun kafasının alamayacağı derecede karıştırma ve çarpıtmadan uzak değildir. Halbuki anlaşılmayan bir şey nasıl red veya kabul edilebilir? Bu iki kişinin aktardığı kadarıyla Aristoteles felsefesinin bize göre sağlıklı olan tamamı üç kısma ayrılır:

Kafir saymayı gerektiren hususlar, bid’atçı saymayı gerektirenler, asla karşı çıkılması gerekmeyen hususlar. Şimdi bunları açıklayalım: 

Felsefî İlimlerin Bölümleri

Bilmelisin ki, bizim açımızdan filozofların ilgilendikleri ilimler matematik, mantık, fizik, metafizik, siyaset ve ahlak olmak üzere altı kısma ayrılır:

1. Matematik: Matematik hesap, geometri ve astronomi ilimleriyle ilişkilidir. Onun olumlu ve olumsuz açıdan dinî meselelerle bir ilgisi yoktur, aksine onun sonuçları, anlayıp bildikten sonra inkarı mümkün olmayan kanıtlara dayanır. Fakat matematik iki tehlike doğurmuştur:

Birincisi, bu ilmi araştıran kimse onun incelikleri ve kanıtlarının açıklığı karşısında hayrete düşer ve bu sebeple filozoflara iyimser gözle bakar; böylece filozofların bütün bilgisinin açıklık ve güvenilirlik bakımından matematik gibi olduğunu sanır. Sonra da onların dillerde dolaşan küfrünü, pasif tanrı anlayışını ve dini küçümsemelerini işitip körü körüne taklit yoluyla küfre düşer…

İkinci tehlike, İslam’ın cahil dostlarından kaynaklanmıştır. Bunlar filozoflara ait bütün ilimleri inkar etmenin dine yardım sayılacağını sanmış ve onların cahil olduklarını ileri sürerek bütün ilimlerini reddetmişlerdir. Hatta Ay ve Güneş tutulması ile ilgili görüşlerine karşı çıkarak bunun dine ters düştüğünü sanmışlardır. Bu durum, Ay ve Güneş tutulmasını kesin delillerle bilen bir kimsenin kulağına varınca, o kendi kanıtlarından şüphe etmez, fakat İslam’ın cehalet ve kesin kanıtlamanın inkarı üzerine kurulduğuna inanır. Böylece felsefeye karşı sevgisi, İslam’a karşı da kini artar. Bu ilimlere karşı çıkarak İslam’a yardım edeceğini sanan kimse dine karşı büyük bir cinayet işlemiştir. Halbuki dinin olumlu ve olumsuz anlamda bu ilimlere herhangi bir müdahalesi olmadığı gibi, bu ilimlerin de dinî meselelere müdahalesi yoktur…

2. Mantık: Mantığın da olumsuz ve olumlu anlamda din ile bir ilişkisi yoktur. O, kanıtlama (burhân) ve kıyas yöntemlerinin, kanıtlamada kullanılan öncüllerin şartları ve nasıl düzenlendiği ile doğru tarifin şartları ve nasıl yapıldığının, ayrıca bilginin ya terimlerle elde edilen kavramlardan ya da kanıtlama ile ulaşılan önermelerden ibaret olduğunun araştırılmasıdır. Bunda da karşı çıkılması gereken bir şey yoktur… Karşı çıkılacak olursa bu, mantıkçıların, dini korumanın bu tür karşı çıkışlara bağlı olduğunu sanan kimsenin aklından hatta dininden şüphe etmelerinden başka bir şey sağlamaz. Evet, onların da bu ilimde bir tür haksızlıkları söz konusudur. Şöyle ki; mantıkçıların kesin kanıt için ileri sürdükleri şartların mutlaka kesin bilgiye götüreceği bildirilir. Fakat bu şartları dinî amaçlar için kullandıklarında onlara bağlı kalmaları mümkün değildir. Aksine bu konuda son derece esneklik gösterirler. Ayrıca mantığı inceleyen bir kimse onun açık seçik olduğunu görüp benimseyince filozoflardan nakledilen inkarların da mantık delilleri gibi güçlü olduğunu sanır ve böylece daha metafiziğe ulaşmadan çabucak küfre düşebilir. İşte bu tehlike de inkara yol açar.

3. Fizik ilmi: Bu ilim gökler ve yıldızlar aleminin maddesini, onların altında su, hava, toprak ve ateş gibi birleşik olmayan cisimleri; hayvan, bitki, madenler gibi birleşik cisimleri ve bunların değişim, dönüşüm ve karışımını sağlayan sebepleri araştırır. Bu, hekimin insan bedenini, ona hizmet eden başka organları ve mizacın değişmesinin sebeplerini araştırmasına benzer.

Tıbba karşı çıkmak dinin şartlarından olmadığı gibi, fiziğe karşı çıkmak da dinin şartlarından değildir. Bu konuda sadece Tehâfütü’l-felâsife adlı kitabımızda anlattığımız belli meseleler reddedilir. Onların dışındakilere de karşı çıkmak gerekir. Düşünüldüğünde karşı çıkılanların, reddedilenlerin kapsamında bulunduğu anlaşılır. Bu konuda işin aslı şudur: Bilmelisin ki tabiat yüce Allah’ın iradesine bağlıdır, kendi başına bir şey yapamaz. Ancak Yaratıcısı sayesinde işlev görür. Güneş, Ay, yıldız ve tabiat güçleri, O’nun emrine bağlıdır; bunlardan hiç biri kendiliklerinden bir işleve sahip değildir.

4. Metafizik: Filozofların en çok yanıldıkları alan metafiziktir. Onlar mantıki kanıtlamalarda öne sürdükleri şartlara bağlılık göstermediler ve bu sebeple metafizikte pek çok görüş ayrılığına düştüler. Farabi ve İbni Sina’dan naklolunduğuna göre bu konuda Aristoteles’in doktrini İslam kelamcılarının görüşüne yakındır. Fakat düştükleri hatanın hepsi aslında yirmi meseleye dayanır. Bunların üçünden dolayı onları tekfir etmek, on yedisinden dolayı da bid’atçı saymak gerekir. Onların bu yirmi mesele hakkındaki görüşlerini geçersiz kılmak için Tehâfütü’l-felâsife kitabını yazdık.            

Bütün Müslümanların görüşüne aykırı düşen o üç mesele şudur:

“Cesetler dirilmez, ödüllendirilecek ve cezalandırılacak olan sadece ruhlardır, cezalar cismanî değil ruhanîdir.” Ruhaniyeti ispat edip kabul etmişlerdir ki gerçekten de öyle olacaktır. Fakat cismaniyeti kabul etmemişlerdir. Bu görüşleriyle de şeriatı inkar etmiş sayılırlar.

O meselelerden biri de “yüce Allah küllîleri bilir, cüz’îleri bilmez” sözleridir. Bu da yine apaçık bir küfürdür. Halbuki bu konudaki gerçek “Göklerde ve yerde zerre kadar bir şey bile O’ndan gizli kalmaz” [Sebe:34/3)] şeklinde ifade edilmiştir.

O meselelerden bir diğeri de alemin ezeli olduğu hakkındaki görüşleridir. Müslümanlardan hiç kimse bu meseleleri kabule yanaşmamıştır.

Bu meselelerin dışında sıfatları inkar etmeleri, “Allah zata katılan bir sıfatla değil zatıyla bilir” ve buna benzer sözleri Mutezile’nin görüşüne yakındır. Böyle bir görüşü benimseyen Mutezile’yi kafir saymak gerekmez. Biz Faysalu’t-tefrika beyne’l-İslam ve’z-zendaka adlı kitabımızda kendi mezhebinin görüşüne muhalif olan herkesi tekfire yeltenenlerin tutumlarının yanlış olduğu hususunu anlattık.

5. Siyaset: Filozofların siyaset alanındaki bütün görüşleri, dünya ve devlet işleriyle ilgili kamu yararını ifade eden hikmetlere dayanır. Onlar bunu yalnızca yüce Allah’ın peygamberlere indirdiği kitaplardan ve önceki peygamberlerden naklolunan hikmetlerden almışlardır.

6. Ahlak: Filozofların ahlak alanındaki bütün görüşleri, nefsin nitelik ve huylarını belirlemeye, onun cins ve türlerini, kötülüklerinin nasıl iyileştirileceğini ve bu konuda yapılması gerekenleri anlatmaya dayanır. Onlar bunu da yalnız sûfîlerin görüşlerinden almışlardır… Sufilerin nefsin huyları, kısımları ve kötü davranışlarına ilişkin olarak açıkladıkları şeyler, onlara mücadehe sırasında malum olmuş; filozoflar da batıl düşüncelerini geçerli kılmak üzere onları alıp kendi görüşlerine katarak [halka] hoş görünme yoluna gitmişlerdir…

İşte filozoflardan, peygamberlerin ve sûfîlerin görüşlerini kendi kitaplarına katmalarından, biri kabul edenler, diğeri reddedenlerle ilgili olmak üzere iki tehlike doğmuştur:

Reddedenlerle ilgili olan tehlike gerçekten büyüktür; çünkü bazı kıt akıllılar, eğer bu görüşler filozofların kitaplarında varsa ve onların batıl görüşleriyle karışmışsa terk edilmeleri ve anılmamaları, hatta ananlara karşı çıkılması gerekir sanmışlardır. Çünkü onlar bu görüşleri ilk defa filozoflardan işitince, kıt akıllarına, söyleyen batıl olduğundan bunların da batıl olduğu fikri gelmiştir… Kıt akıllıların âdeti işte budur: kişileri hak ölçüsü ile değil, hakkı kişilere bağlı olarak tanırlar. Akıllı adam, müminlerin emiri Ali b. Ebi Talib’in - Allah ondan razı olsun – sözüne uyar. Demiştir ki: “Hakkı kişilerle tanıma, hakkı tanırsan hak elini de tanımış olursun.” O halde akıllı kimse önce hakkı tanır, sonra sözün özüne bakar; eğer hak ise, söyleyen yanlış da olsa doğru da olsa o sözü kabul eder. Hatta akıllı simse sapıkların sözleri arasından hakikati çıkarmaya çalışır ve bilir ki altının madeni topraktır. O halde sarrafın, kendisine güveniyorsa, saf altını sahtesinden ayırmak üzere elini kalpazanın kesesine sokmasında bir sakınca yoktur. Kalpazanla alışveriş yapmaktan işini bilen sarraf değil, sadece köylü menedilir; sahilde dolaşmaktan iyi yüzücü değil, yüzme bilmeyen acemi engellenir; yılana dokunmaktan becerikli efsuncu değil, çocuk alıkonulur.

Hayatıma yemin ederim ki, hakkı batıldan, doğruluğu sapıklıktan ayırt etme konusunda insanların çoğu kendilerini becerikli, uzman, yetkin akıl sahibi ve tam donanımlı sandıklarından, onları sapıkların kitaplarını okumaktan olabildiğince menetmek için bu kapıyı tamamen kapamak gerekir. Her ne kadar halk, anlattığımız bu tehlikeden kendini kurtarsa da anlatacağımız ikinci tehlikeden asla kurtaramaz.

Bazı kimseler bizim din ilimlerinin sırlarına ilişkin eserlerimizde yer alan bazı ifadelere itiraz etmiştir. Bunlar henüz ilimlerin inceliklerine tam vakıf olmayan, mezheplerin en son hedeflerinin ne olduğu konusunda kalp gözü açılmamış kimselerdir. Sanırlar ki bu ifadeler öncekilerden alınmıştır. Halbuki bunların bir kısmı zeka ürünüdür ve bir başkasının söylediğiyle örtüşmesi pekala mümkündür; bazısı dinî kitaplarda, çoğu da manaca sûfîlerin kitaplarında yer almıştır. Farz etki o ifadeler yalnız onların kitaplarında mevcuttur; eğer onlar özünde makul, kanıtla desteklenmiş, Kitap ve sünnete de aykırı değilse niçin uzak durulup karşı çıkılması gereksin?! Eğer biz bu kapıyı açacak ve yanlış düşünceli birinin aklına geldi diye “gerçek”ten yüz çevirecek olursak, birçok hakikatten vazgeçmemiz gerekir… Bu durum, yanlış düşünce sahiplerinin kendi kitaplarında hakka yer vermek suretiyle onu bizim elimizden çekip almalarına yol açar. Alimin en aşağı derecesi, tecrübesiz cahilden ayırt edilir olmasıdır. Bu yüzden o, balı hacamat şişesinde görse bile ondan tiksinmez; iyi bilir ki o şişe balı bozmaz. İnsan mizacının ondan tiksinmesi, hacamat şişesinin yalnız kirli kan için yapılmış olmasından kaynaklanan kör cehalete dayanır. Nitekim cahil kişi, kanın şişede bulunması sebebiyle tiksinti verdiğini sanır; bilmez ki kan özündeki bir nitelikten dolayı tiksindiricidir. O nitelik balda bulunmadığına göre balın şişede olması ona bu niteliği kazandırmaz; öyleyse ondan tiksinmek gerekmez. İşte halkın çoğunu etkisi altında bulunduran, bu yanlış kuruntudur. Mesela sen bir sözü halkın güven duyduğu birine isnad etsen, batıl dahi olsa o sözü kabul ederler. Şayet onu halkın güven duymadığı birine isnad etsen, onu hakikat bile olsa reddederler. Demek oluyor ki insanlar daima hakkı kişilerle tanır, kişileri hak ölçüsüyle tanımaz. Bu ise koyu bir sapıklıktır. İşte red ile ilgili tehlike budur.

İkinci tehlike, kabul edenlerle ilgilidir. İhvanü’s-Safâ ve başka filozofların kitaplarına göz gezdiren kimse onların peygamberî hikmetleri ve sûfîlerin sözlerini kendi ifadeleriyle karıştırdıklarını görünce benimseyip kabul edebilir ve onlar hakkında iyi düşünmeye başlar. Böylece iyimserlik duygusuyla onların batıl ile karışık görüşlerini çabucak kabul eder ve iyi bir iş yaptığını sanır. Bu da batıla kapılmanın bir türüdür. İşte bu tehlikeden dolayı filozofların sakıncalı ve aldatıcı olan kitaplarının okunmasını engellemek gerekir. Tıpkı iyi yüzemeyen birini nehir kenarında gezinmekten korumak gerektiği gibi halkı da bu kitapları okumaktan korumak gerekir. Aynı şekilde çocuğu yılana dokunmaktan korumak gerektiği gibi halkı da o sözlerle karışık ifadeleri dinlemekten korumak icab eder. Yine efsuncunun, çocuğunun kendisini örnek alacağını tahmin ettiği zaman, bile bile onun yanında yılana dokunmaması ve onu bundan sakındırması gerektiği gibi gerçek alimin de böyle olması gerekir. Uzman bir efsuncu yılanı yakaladığında, zehirle panzehiri ayırt ederek ondan panzehiri çıkarıp zehri etkisiz kıldığı zaman, muhtaç olanlardan panzehiri esirgememelidir. İşini bilen sarraf da böyledir; elini kalpazanın kesesine soktuğu zaman oradan halis altını çıkarıp sahtesini atar. O da ihtiyacı olandan geçer akçeyi esirgememelidir. Alim de böyledir. Panzehire ihtiyacı olanın bunun zehirli yılandan elde edildiğini bilerek tiksinmesi durumunda bunu ona anlatmak icab eder. Mala ihtiyacı bulunan dardaki bir fakir de kalpazanın kesesinden çıkarılan altını kabule yanaşmadığı zaman ona bunun sırf bilgisizlikten kaynaklandığını, bu nefretin kendisini amacına ulaşmaktan mahrum edeceğini hatırlatmak gerekir. Yine kalp para ile geçer akçenin bir arada bulunmasının geçersizi geçerli yapmadığı gibi geçerliyi de geçersiz kılmayacağı anlatılmalıdır. Aynı şekilde hak ile batılın bir arada bulunması batılı hak yapmadığı gibi hakkı da batıl yapmaz.

İşte felsefenin tehlike ve zararı konusunda anlatmak istediğimiz bu kadardır…

Kaynak: Felsefe Metinleri, Klasik Yayınları, Birinci Basım, Kasım 2003, s.341-356.

© Klasik Yayınları’nın izniyle yayımlanmıştır