Kitap Değerlendirmesi

Düşüncenin Okullaşması Üzerine

Abdullah Metin

Ümran Dergisi, Temmuz 2013

Düşüncede Devrim (1996) ve On Tez (2006) kitaplarının yazarı Mehmed Kürşat Atalar'ın son kitabı Düşüncenin Okullaşması. 2012 yılı Mart ayında Pınar Yayınları'ndan çıkan kitap on başlıktan oluşuyor, bu başlıklardan sekizi daha önce farklı yerlerde yayımlanmış. Düşüncenin Okullaşması'nın yazarın ilk kitabından itibaren zihninde yer eden ve yazarla özdeşleşen bir kavram olduğu göz önüne alındığında sadece iki yazının kitaba özgü telif olması okuyucu da hayal kırıklığı yaratıyor. Özellikle "Ne Yapmalı" başlıklı son yazı, orijinal dili kullanma konusunda kitapla aynı noktada duran İsmail Raci el-Faruki'nin Bilgi'nin İslâmileştirilmesi ve Nakib el-Attas'ın Bilginin Batılılaşmaktan Kurtarılması (de-westernizasyonu) çalışmalarıyla kıyaslandığında bir yöntem sunma aşamasında daha cılız kaldığı aşikâr

Düşünce neden okullaşmalı/ekolleşmelidir? Sözü yazara vermeden önce bu gerekliliğin tarihine bir göz atmak gerekirse 17. yüzyıla gidilebilir. Daryuş Şayegan'ın deyimiyle 17. yüzyıl itibariyle İslâm medeniyeti "Gotik üsluptaki öğreti mabetlerimizin son taş- larını yerine koyup, kollarını kavuşturarak bu muhteşem tabloyu izlerken ve tarihte üç yüz yıldır tatile çıkmışken" [1] Avrupa farklı bir döneme girmişti. Rönesans ve Reform'u yaşamış Avrupa'da imparatorluklar çözü- lürken ulus-devletin temelleri atılıyor ve kapitalizmin ayak sesleri duyulmaya başlanıyordu. Akabinde gelen bilimsel-teknolojik gelişmeler, Aydınlanma düşüncesi ve sanayi devrimi Avrupa'nın çehresini iyiden iyiye değiştirdi. Psikolojik üstünlüğü Avrupa'ya kaptıran ve Nizâm-ı Âlem'in artık işlemediğini gören Osmanlı'nın tepkisi Nizâm-ı Cedid'e geçmek oldu. Rus Çarı 1. (Deli) Petro'nun başlattığı bu tepkinin özü şuydu: Avrupa'ya karşı Avrupa'nın silahıyla silahlanmak. Eğitim almak için Avrupa'ya giden ve pozitivizmi sahiplenen öğrenciler de Avrupa'nın izini takip etme dışında bir kurtuluş yolu görmediler. "Batı'nın tekniğini/teknolojisini alalım ama kültürünü almayalım" şeklindeki görüş, tekniğin/teknolojinin onu üreten kültürden ayrı bir şekilde alınamayacağını, alındığı takdirde ister istemez mevcut kültürü de değiştireceğini ve düşmanın silahıyla düşmanı mağlup etmenin imkânsızlığını göremediği için başarısız olmaya mahkumdu. Muhammed Abduh'un başını çektiği farklı bir tepki, Avrupa'yı ‘zirveye' taşıyan ve Avrupa dışında kalan ülkelere dayatılan değerlerin aslında en güzel haliyle İslâm'da mevcut olduğunu savunmak oldu. Bu savunmacı/ apolojetik üslup düşmanın azametini tasdik etmekten öteye gidemezdi, gidemedi de. Seyyid Kutup ve Mevdudi gibi alimler ilimde derinleşmelerine rağmen Batı'yı/moderniteyi yeterince tanımamaları ona derinlikli bir reddiye yazmalarına engel oldu. Ali Şeraiti moderniteyi ciddi bir şekilde analiz etmesine rağmen, Avrupa'daki iki muhalif düşünce arasında birine (kapitalizm/liberalizm) reddiye getirirken diğerinin (sosyalizm) diline yakınlaşması onun reddiyesinin tekamül etmesini engelledi.

Görüldüğü üzere Müslüman düşüncesi modernite ile hesaplaşma sürecinde yüz yılı aşkın bir süredir (yazar bunu ‘Çağdaş Müslüman Düşünce' olarak isimlendirmektedir) hep üstüne koyarak gitti. Şimdi tüm bu birikimi kullanacak ve üzerine daha fazla koyarak Müslüman düşüncesini tekâmül ettirecek bir çalışmaya ihtiyaç var. Yazara göre bunu başarabilmek için Düşüncenin Okullaşması gerekmektedir.

Peki Nedir "Düşüncenin Okullaşması"?

Yazara göre, modernite kriz içindedir ve insanlığın umudu olmaktan çıkmıştır, post-modernite ise bu krizi derinleştirmekten öte gitmemiştir. Düşüncenin Okullaşması, işte böyle bir dönemde, "önce İslâm dünyasında, ardından da küresel ölçekte, toplumsal ve siyasal dönüşümü sağlamayı amaçlayan bir ‘projedir' " (s. 13). Bu projenin gerçekleşebilmesi ve düşüncenin okullaşabilmesi için birkaç niteliğin kazanılması gerekmektedir. Birincisi, orijinal dilin kullanılmasıdır. Çağdaş Müslüman Düşünce yeni bir dil üretmeyecek, Hz. Peygamber'in ve sahabenin kullandığı ve bizzat Kur'ân'dan alınan bu dili kullanacaktır. İkincisi, sistematikliktir. Sistematiklik ile ‘düşüncenin, yapılandırılmış olması ve kendi içinde tutarlı bir şekilde ifade edilmesi' kast edilmekte, bir anlamda durulan yerin net olması istenmektedir. Üçüncüsü yetkinlik, yani bilginin en üst düzeyde edinilmesidir. Dördüncüsü ise kavramsal hiyerarşidir. Bu nihai aşamada okullaşan düşünce ile rakip düşüncenin temel kavramları mukayese edilerek okullaşan düşünce ile rakip düşünce arasındaki zıtlıklar ve benzerlikler gösterilecektir (s. 14-16). Tüm bu nitelikleri kapsayacak şekilde Düşüncenin Okullaşması'nı şu şekilde tanımlayabiliriz: İlimde derinleşmiş âlimlerin Kur'âni kavramlar ışığında sistematik çalışmaları neticesinde ortaya çıkan birikimin rakip söylemlerle mukayesesinin yapılması.

Yazara göre, düşünce usûli karakter kazandığında ve muhalif görüş(ler) mağlup edildiğinde düşünce okullaşır (s. 23). Okullaşma örnekleri olarak Antik Yunan, Modern Batı Düşüncesi, kelam, felsefe, tasavvuf, fıkhi mezhepler verilmektedir. Burada şöyle bir uyumsuzluk ortaya çıkmaktadır: eğer okullaşma için rakip fikirleri "mağlup etmek" gerekiyorsa yukarıda zikredilen okullar hangi düşünceyi mağlup etmiştir? Antik Yunan bir ekoldür ama bir hesaplaşma ekolü değildir, fıkhî mezhepler de hakeza böyledirler. Okullaşma için mağlup etme gerekliliği kitapta farklı bir probleme götürmektedir bizi: mağlup etmek ne demektir? Ya da kitapta iddia edildiği gibi Gazali felsefeyi mağlup etmiş midir?

Kanaatimce fikre fikirle mukabele etmek galip gelmek için yeterli değildir. Galip gelmek için tavır/ davranış/düşünce/eylem değişikliğini yaratabilmek gerekir. Gazali'nin başarabildiği şey felsefeyi mağlup etmek değil ciddiye alınabilmek olmuştur. Felsefecilerin meramlarını anlamadan ayet ve hadis ile onları tekfir etmek, düelloda kılıç taşıyan rakibinin karşısına silah ile çıkmak gibidir ve düello kazanıldığında ne rakibiniz ne de seyirci sizi galip ilan eder ve hatta kendiniz bile galibiyetinizden tatmin olmazsınız. Gazali düelloya kılıç ile çıktığı için ciddiye alınmıştır. Filozoflar küfre düştüklerini kabul etselerdi Gazali galip ilan edilebilirdi ama kabul etmediler. Batı'dan örnek verelim. Sol olarak nitelenebilecek eleştirel teori liberalizmin ve kapitalizmin temellerine çok güçlü eleştiriler getirdi, onlar da okullaştılar (örneğin Frankfurt okulu) ama kimse onları galip ilan etmedi ve kapitalist/liberal pratik devam etti, hem de hatalarını telafi daha da güçlenerek. Yine, Thomas Kuhn ve Paul Feyerabend bilimsel yönteme dair ezberleri bozdular ama pozitivist bilim anlayışı geri adım atmadı. O halde şu sorunun sorulması gerekiyor: değişimler düşünce temelli mi yoksa pratik temelli mi gerçekleşir? Ya da başka bir şekilde soracak olursak, bilinç mi pratiği belirliyor, pratik mi bilinci belirliyor? Kitaba göre, düşünce galip geldiği zaman okullaşır, okullaştığı zaman da toplumsal ve siyasal dönüşümü sağlar. Buradan bilincin/bilginin pratiği belirlediği sonucu çıkmaktadır. Peki bu tezin gerçek hayattaki karşılığı nedir? Mesela Gazali'nin bilgi ‘üstünlüğü' rakiplerinin pratiği üzerinde etkili olamamıştır. Ya da İbrahim (a.s.) ile Nemrut kıssasını ele alalım. Olay, Bakara suresi 258. ayette şöyle geçmektedir: "Allah, kendisine hükümdarlık verdi diye (şımarıp böbürlenerek) Rabbi hakkında İbrahim ile tartışanı görmedin mi? Hani İbrahim, "Benim Rabbim diriltir, öldürür." demiş; o da, "Ben de diriltir, öldürürüm" demişti. (Bunun üzerine) İbrahim, "Şüphesiz Allah güneşi doğudan getirir, sen de onu batıdan getir" deyince, kâfir şaşırıp kaldı. Zaten Allah, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez." Mezkur olayda İbrahim (a.s.) fikri olarak Nemrut'a galip gelmesine rağmen, Nemrut'ta bir inanç/eylem değişikliği meydana getirmemiştir. Yine Kur'ân'ın başka bir kıssası olarak Firavun'un ve kavminin başına gelenleri ele alalım: "Andolsun ki biz, Firavun ve çevresini belki öğüt alıp düşünürler diye yıllar yılı kuraklığa ve ürün kıtlığına uğrattık… Bunun üzerine, ayrı ayrı mucizeler olarak üzerlerine tufan, çekirge, haşerat, kurbağa ve kan gönderdik. Yine büyüklük tasladılar ve günahkâr bir kavim oldular." (A'raf suresi, 130 ve 133). Yine burada da bir kavmin kendilerine gösterilen deliller/hakikatler karşısında geri adım atmadığını, büyüklük taslamaya devam ettiğini görü- yoruz. Peygamberler tarihi de bunun örnekleriyle doludur. Burada şunun farkına varmak gerekiyor; düşünce mücadelesi, mağlup olanın meydanı terk edeceği bir meydan savaş değildir. Bu sebeple fikri galibiyet eylemsel değişikliği çoğu zaman beraberinde getirmez.

Bilinç-pratik arasındaki ilişki Marksist literatürde de geniş bir şekilde tartışılmıştır. İdeoloji tartışmaları- na girmeden bu minvalde söylenenlere kısaca bir göz atalım. Marx, işçi sınıfının düşünce yapısını kapitalist üretim pratiklerinin belirlediğini ifade eder ve buna da ideoloji der, Engels yanlış bilinç olarak isimlendirir. Marx'a göre bu bir yanılsamadır ve kişi bu yanılsamadan ancak praksis [2] ile kurtulabilir. Post-Marksist teorisyenler arasında yer alan Louis Althusser, bunun bir yanılsama değil, hakikatin ta kendisi olduğunu belirtir. Yani bilincin eylem tarafından belirlenmesi hakikattir, eylemin manipüle edilmesi bu gerçeği değiştirmez. Mevzuya bilgi sosyoloji bağlamında yaklaşan Antonio Gramsci ve özellikle Karl Mannheim bilincin, kişinin ait olduğu sınıf/tabaka tarafından belirlendiğini iddia eder. Burada savunduğum şey Marksist literatürdeki gibi altyapının üstyapıyı belirlediği tezi değildir. Bilincin oluşmasında eylem pratiğinin ne kadar önemli olduğunu göstermeye çalışıyorum. Kitaptaki bir örnek üzerinden gidelim. Mesela kitabın yedinci başlığı olan "Rousseau Nasıl Bir ‘Dil' Üretmiş?" başlığında Rousseau'nun genel irade, cumhuriyet, egemen varlık, devlet, halk, yurttaş, uyruk gibi kavramları sayesinde demokrasi, ulus-devlet teorisi ve Fransız İhtilali içerisinde nasıl muteber bir noktaya geldiği üzerinde durulmuş. Rousseau'nun kavramsallaştırması ve teorisi önemlidir ama kavram/ teori üretmek eylem pratiğini değiştirmek için yeterli değildir. David Thomson Siyasi Düşünceler Tarihi kitabının girişinde şöyle der: "teori, çoğu kez tecrübe ve fırsatçılık zemininde verilen kararların rasyonalizasyonu olarak sonradan türetilmiş bir şeydir". [3] Demek istediğim, çoğu zaman düşünce eylemi değil, eylem düşünceyi belirler. Aydınlanma düşüncesi ‘okullaşarak' skolastik düşünceye galip gelmiştir gibi düşünülebilir. Ama asıl zafer 13. yüzyıldan itibaren kendini gösteren, Kilise'ye karşı kralların yanında saf tutup, Kilise gücünü kaybedip mutlak egemenlikler ortaya çıkınca da kralları kendisine hedef seçen ve tabi bu süreçte kendilerini sınırlayan her şeyi reddeden burjuvazinindir. Rousseau'nun dili önemlidir ama bu dili üretmese de burjuva Fransa'da iktidarı ele geçirecekti. Marx, Marksist teoriyi/dili üretmeseydi de işçiler kapitalizme karşı direnecekti. Ve aynı işçiler Avrupa'da Marksizm'in dili yeterli olmadığı için direnmekten vazgeçmedi, kapitalist üretim pratikleri değiştiği için direnmeye gerek kalmadı. İşçiyi yanına çekebilmek için kapitalizmin yeni bir dil üretmesine gerek yoktu, eylem/pratik değişikliği bunun için kafiydi. Ve yine SSCB'de iflas eden şey, kapitalizme/ kapitalist dile/teoriye karşı mağlup olan sosyalizm/ sosyalist dil/teori değildi; kaybeden, kapitalist üretim/ tüketim pratikleri karşısında sosyalist üretim/tüketim pratikleriydi. Kapitalist medeniyetin yayılmasına bakalım. Çinli kadınlara tütsüyü bıraktırıp parfüm kullandıran, Kırgız erkeklerini attan indirip arabaya bindiren, Afrikalıyı çadırından çıkarıp rezidansa yerleştiren kapitalist düşünce sistemi değil, kapitalizmin ürünleridir. Kapitalizm önce tüketim alışkanlıklarını, sonra üretim alışkanlıklarını ve akabinde kültürü değiştirdi. Değişen kültür, ilişkileri ve bilinci değiş- tirdi. Nihayetinde insanlar kapitalizmi ve liberalizmin değerlerini (bireycilik, özgürlük, demokrasi vs.) kendileri talep etmeye başladılar. Tabi ki bu sürecin işlemesi şansa bırakılmadı, kapitalist medeniyetin sahipleri tarafından organize edildi. Bu konunun analizini Ali Şeriati Medeniyet ve Modernizm kitabında takdire şayan bir şekilde yapmıştır. Şimdi tüm bunlara Marksist terminolojinin diliyle yanlış bilinç ya da yanılsama da denilebilir, ama başımızı kaldırıp çevremize baktığımızda yaşanılan realitenin ve taşını- lan bilincin bu olduğunu görmekteyiz. İnandığı gibi yaşamak ve yaşadığı gibi inanmak arasında birincisini başarabilenler azınlıktadır. İşte bu noktada Seyyid Kutub'un tavsiyesini bir kez daha hatırlamakta fayda var: "İslâm'ı tebliğ için yüzlerce kitap yazılsa, dergi çıkarılsa, konferans verilse, yine de bunların hiçbiri İslâm'ı yaşayan bir avuç azınlık kadar etkili olamaz."

Kitapta, modernitenin üretebileceği bütün ideolojileri ve düşünceleri ürettiği, yirminci yüzyılda da bu birikimi tükettiği, kitleleri peşinden sürükleyecek cazibesinin kalmadığı (s. 20), ciddi bir kriz içinde olduğu ve insanlığın umudu olmaktan çıktığı (s. 13) kaydedilmiş. Modernitenin yakın gelecekte yeni bir düşünce/ideoloji üretemeyeceği iddiasına katılmakla birlikte, üretme çabasında olduğunu da sanmıyorum. Daniel Bell ideolojilerin sonunun geldiği konusunda haklı olabilir. Nitekim Francis Fukuyama da sosyalsiyasal evrimin sonuna gelindiğini belirterek liberalizmi galip etmişti. Fukuyama'ya katılmamakla birlikte, modernitenin cazibesinin kalmadığı ve insanlığın umudu olmaktan çıktığı tezini de iddialı buluyorum. Modernite pratikle devam eder ve kabul etmek gerekir ki bu pratik insanın nefsâni yanıyla uyum içindedir ve insanlar nefslerine/hevalarına uymaya devam ettikleri müddetçe modernitenin ayakta kalmasını sağlayacaklardır. Post-modernite diye bir kavramın varlığı modernitenin sonunun geldiğini göstermez. Nitekim Anthony Giddens, Ernest Geller, Alain Touraine gibi birçok isim post-moderniteye eleştiri getirmişlerdir. Bu isimlerden birisi olan Jurgen Habermas modernliğin tamamlanmamış bir proje olduğunu söylemiş- tir. Şahsen, post-modernitenin moderniteden farklı bir düşünce/pratik olduğu kanaatinde değilim. Ama modernitenin karşısında rakip olarak İslâm'dan baş- kasının kalmadığı konusunda yazarla hemfikirim. Şu noktayı vurgulamak gerekiyor: düşünce düşünceyi (çoğu zaman) geriletmez ama pratik pratiği geriletir. Bu sebeple modernitenin pratiğinin karşısına İslâm'ın pratiğinin çıkartılması gerekir.

Çağımızda düşüncenin okullaşması konusunda Kur'ân bilgisi ve bilincinin esas olduğunu, gelenekten tevarüs edilenlerle birlikte hadis ve siyer külliyatı dahil her şeyin Kur'ân'ın onayından geçmesi istenmektedir (s. 28). Burada bir problem doğması muhtemeldir. Zira hiçbir ekol/fırka kendi literatürü- nün Kur'ân'a aykırı olduğu konusunda ikna olmayacaktır. Bu açıdan bakıldığında Kur'ân-dışı gelenek ile "hesaplaşma", modernite ile hesaplaşmaktan daha zor bir hale gelebilir. Yazar bu sorunun çözümünü ilimde derinleşmede görmektedir: "kalpleri tatmin edecek derece ilim sahibi bir lider çıktığı takdirde Müslümanlar ona biat edeceklerdir" (s. 32). Burada yine daha önce tartıştığımız noktaya geliyoruz: Müslümanları tek bir lidere biat etmekten (pratik) alıkoyan şey alimlerin ve Müslümanların ilmi (bilgi/ bilinç) eksiklikleri mi? Kanaatimce hayır. Çünkü bilmek iman etmek ve eyleme geçmek için yeterli değildir, bazen daha başka sâikler de gerekir. Ebu Leheb'i hatırlayalım. Muhammed'in peygamber olduğunu bilmesine rağmen, "beni bir köle ile eşit sayan dine Allah lanet etsin!" diyebilmiştir. Eğer Müslümanlar sadece ilmi nedenlerden dolayı tefrikaya düşmüş olsalardı ilmi birlikteliği sağlayarak(!) ortak bir lidere biat sağlanabilirdi. Alimlerin nefsani duyguları, farklı ilmi referanslar, taassup, menfaat sağlama vs. etkenler tefrikayı artırmaktadır ve ilmin gücü bunları aşmaya yetmemiştir/yetmeyecektir. Önemli bir noktada şurasıdır: Geleneğin bütün külliyatını Kur'ân'ın onayına kim sunacaktır? Bahsettiğim nedenlerden dolayı herkesin onayını almış bir Kur'ân'a arz yöntemi imkansızdır. O halde okullaşan düşünce aynı zamanda "fırkalaşan düşünce" olma potansiyelini/zaafiyetini güçlü bir şekilde barındırmaktadır.

Yazara göre çağdaş Müslüman düşüncenin bazı zaafları ve potansiyelleri vardır. Zaafları, İslâmi terminolojiye bütünlüklü ve net şekilde vakıf olunamaması ve kullanılan dilin eklektik olmasıdır (s. 120-1). Gerçekten de bu önemli bir zaaf. Çünkü dil ve kavramlar düşüncenin anahtarıdır ve kullandığımız terminoloji düşünce dünyamızı yansıtır. İslâmi düşünceye muhalif bazı kavramlar Müslümanlar tarafından bilinçsiz bir şekilde ya da konjonktür gereği kullanılmaktadır. Bilinçsizce kullananların aydınlatılması gerekir. Konjonktür gereği kullananlara ise bu dilin realiteye/ilkeye dönüşme ihtimalinin yüksek olduğu hatırlatılmalıdır. Müslümanların hak ve ‘özgürlük' taleplerini dile getirmek için ya da Batı'nın tepkisini/ baskısını hafifletmek için kullanmış oldukları demokrasi, laiklik, özgürlük, sivil toplum gibi kavramlar -pratiğinin de bizzat tecrübe ediliyor olmasının da etkisiyle- bir süre sonra nötr ya da savunulan değerler haline gelebilmektedir. Biz onların kullandığı anlamda kullanmıyoruz, demek hafifletici bir sebep değildir, zira bir kavramı tanımlayan onu kontrol etme yetkisine de sahiptir. Bu sebeple, tepkici ve apolojetik üslubun terk edilmesi zaruridir.

Çağdaş Müslüman düşüncenin potansiyelleri içinde en önemli başlık olarak ‘düşünce dinamizmi' zikredilmiş. Yaklaşık bir asırdır devam eden bu dinamizmin en önemli özelliği kaynağa yönelme/ öze (Kur'ân'a) dönüş hareketi olmasıdır (s. 123). 14 Asırlık İslâm ağacında yeni bir filiz olan çağdaş İslâmi düşünce ancak ve ancak kök ile irtibatını sağlıklı bir şekilde kurabildiği takdirde gelişecektir. Kendi köklerinden ve kendi gövdesi üzerinde nevş-u nema bulan bu düşünce, Batı medeniyetine aşılanmaya çalışan ve tabi ki tutmayan Japonya tecrübesi ile kıyaslandığında muzaffer olmaya daha layık ve daha yakındır. Yazarın da belirttiği gibi, potansiyelimizi kullanabilmek için, bir zaaf olarak önümüzde duran eklektik/apolojetik üslubun terk edilmesi ve orijinal dile vukufiyetin sağ- lanması gerekmektedir.

Belirtilen zaaf ve potansiyeller kitabın genel söylemiyle uyumlu olmakla birlikte kitapta sadece birkaç sayfa ayrılan bu mevzuun daha detaylı işlenmesi ve maddelerin genişletilmesi ihtiyacı aşikârdır.

Sonuç Yerine

Her şeyden önce bu kitabın, Müslümanların dertleriyle dertlenen, Müslüman düşünceyi daha ileriye taşımayı hedefleyen, çağın ideolojik kısırlığı karşı- sında harekete geçirebilecek Müslüman potansiyelini görebilen samimi ve ferasetli bir kalemden çıktığı aşikâr. Çünkü bireysel ya da sınırlı hedeflere sahip çalışmaların/hareketlerin gelebilecekleri noktalar ortadadır. Bu hal üzerinde devam edildiği müddetçe, devlet dahi kurulsa söylem ve kuşatıcılık sınırlı kalacaktır. Bu sebeple, bireysel/cemaatsel çabaların yanında kolektif bir çalışmanın başlatılması ve sınırlı/lokal söylemin yerini kuşatıcı/global bir söylemin alması zaruridir. Çağın Müslümanların önüne çıkardığı fırsat ancak bu şekilde değerlendirilebilecektir. Bu fırsatı değerlendirmeye yönelik bir proje olan Düşüncenin Okullaşması da desteklenmeye değer niteliktedir.

Bununla birlikte şu noktanın da görülmesi lazım: Düşüncenin Okullaşması, yazı içinde kısaca bahsettiğimiz ve örneklendirmeye çalıştığımız nedenlerden ötürü toplumsal, siyasal ve iktisadi hayatı dönüştürmeye muktedir olamayacaktır. Mesela, kitap içerisinde, düşünceyi okullaştıracak âlimlerin toplumun içinden çıkacağı belirtilmektedir. Fakat âlim çıkarabilen topluma nasıl geçileceği muammadır. Farklı bir medeniyetin pratikleriyle yaşayan bir toplumdan böyle bir projeyi desteklemesinin beklenmesi de beyhudedir. Topluma modernitenin düşünsel krizini anlatmak kitleleri kendi tarafımıza çekmek için yeterli değildir; modernitenin pratikte yaşadığı krizler, çağı- mız insanını nasıl bir kısır döngü içerisine soktuğu ve nefsi tatmin etme yolunda hayatları nasıl heder ettiği üzerinde durularak, -buna mukabil- İslâmi pratikler yoluyla hayatların nasıl ihya edilebildiğinin gösterilmesi gerekmektedir. Düşüncenin Okullaşması işte bu noktada devreye girecek ve pratiği düşünsel/kavramsal boyutta destekleyecek ve zihinlerin berraklaşması- nı sağlayacaktır. O halde tüm umutların Düşüncenin Okullaşması'na bağlanması ve tüm enerjinin bu noktaya sarf edilmesi yerine, pratik/eylem boyutunu da yaygınlaştıracak projeler üzerinde de tefekkür edilerek, ikisi arasındaki bütünlüğün kurulmasıyla daha sağlam adımların atılması için gayret sarf edilmesi daha isabetli olacaktır. Tüm bunlardan sonra diyorum ki, okullaşma zaruridir fakat galip gelmekten ziyade hakikati ilan etmek için.

↩ [1] Daryuş Şayegan, Yaralı Bilinç, Geleneksel Toplumlarda Kültürel Şizofreni, Metis Yayınları, 2007, s. 21.

↩ [2] İnsanların maddi varlıklarını ve toplumsal ilişkilerini bilinçli ve duyarlı eylemleriyle üretme/yaratma pratiğidir.

↩ [3] David Thomson, Siyasi Düşünce Tarihi, 2006, Metropol Yayınları, s.22.


Facebook'ta Paylaş Tweetle