Yorum

"Küresel veya yerel ölçekte bütün 'İslâmcı' oluşumlar hata ile malul olacaktır! Çünkü burada esasta 'bilgi problemi'yle ilgili sorunlar vardır ve bunlar hâlâ istenen düzeyde çözülebilmiş değildir."

"İnsanlığın yeni bir 'hakikat çağrısı'na ihtiyacı vardır, ama bunun 'külli' mahiyetinin olması gerekir. İslâmcılık, hâlâ 'yerel' ölçekli bir ideolojik akım vasfını korumaktadır."

"İslâmcılık henüz kendini "dört başı mamur bir şekilde" ifade edememiştir. İslâmcılığın iflasıyla ilgili bir yargıda bulunabilmek için, onun önce 'düşünsel yetkinlik' aşamasına ulaşması gerekir. Çünkü pratiğe dair nihai değerlendirme ancak o zaman hakkıyla yapılabilir."

"Gerçek İslâmcının 'bilinçli' bir şekilde yaptıkları, dünyevi sonucu ne olursa olsun, onun için rahmet (veya 'başarı') olur. İşte bu yüzden, 'gerçek' İslâmcılar asla kayıpta değildirler."

KİM KAYBETTİ, KİM KAZANDI?

Son zamanların moda bir deyimi var: "Kaybettik!" Bununla, İslâmcılığın Türkiye tecrübesinin başarısızlıkla sonuçlandığı kast ediliyor. Bu söylemi genellikle 'safdil' İslâmcılar dillendiriyor ama söylemin yaygınlaşmasından ideolojik yarar uman bazı laik kesimler de var. Çoğu kere 'siyasal İslâm'ın Türkiye örneği olarak lanse edilen AK Parti deneyimini baz alarak, zaman zaman da küresel ölçekli tecrübeler vesile kılınarak propagandası yapılan bu söylem ne derece doğru? Acaba İslâmcılık, iflas etmiş bir ideoloji mi? Yoksa yaşanan tecrübeleri bir başka açıdan değerlendirmek mümkün mü?

İflas Söyleminin Dayandığı Örnekler

Öncelikle şu soruyu sormamız gerekiyor: iflas söyleminin dayandığı örnek(ler), İslâmcılık tecrübesini ne derece temsil edebilir? Yani yerel ölçekte AK Parti tecrübesinden, küresel ölçekte ise İran, Pakistan, Mısır, Afganistan vs. deneyimlerinden yola çıkarak "Kaybettik!" sonucuna varmak ne derece doğru bir yaklaşım olur? Burada karşımıza iki temel yanlış çıkıyor: İlki, pratik ile teorik alanın birbirine karıştırılmasıyla, ikincisi ise örnek seçiminin isabetsizliğiyle ilgilidir. İster 'safdil' İslâmcılar isterse de 'uyanık' laikler tarafından dillendirilsin, pratiğin her durumda teorinin başarısı veya başarısızlığının kriteri olarak alınabileceği yönündeki iddia sorgulanmaya muhtaçtır. Pratik, teoriyi test etmek için kimi zaman bir ölçüt olarak alınabilir ama buradan yola çıkarak bir genelleme yapılamaz. Çünkü burada 'günah sorunsalı' ve 'bilgi problemi'yle ilgili boyutlar vardır. Örneğin kişinin günah işlemesi, onun imansızlığının kesin delili görülemez. Eğer günah bütün amellere sirayet etmiyorsa, yani bünyeyi sarmamışsa, kalbi karartacak derecede sıklıkla işlenmiyorsa, sırf günah işlediği için kişinin imansızlığına hükmetmek doğru olmaz. İnsan, nefsine uyduğu için yahut icbar edildiğinden dolayı (veya başka bir sebepten) günah işleyebilir. Aynı şeyi toplumsal/ideolojik hareketler için de söylemek mümkündür. Geniş kitleler de benzer sebeplerden dolayı, yapması gerekenleri yapmayabilir, yapmaması gerekenleri de yapabilir. Burada 'bilgi problemi' karşımıza çıkar. Kişi ve kitleler niçin yanlış yaparlar? Bu, temelde bilgisizlikten mi kaynaklanır, yoksa nefsi zaaflardan (veya icbardan, vs) mı? Bu, önemli bir sorudur ve cevabı için de acele edilmemelidir. Kanaatimce, 'günah'ın farklı etmenleri içerisinde en merkezî olanı 'cehalet'tir. Bu sonuca, "beraet-i zimmet asıldır" ilkesinden ulaşmak da mümkündür. Eğer insanı, fıtratın gereği olarak, suç işlemeden suçlu muamelesi yapılamayacak bir varlık olarak görüyorsak, günahı da esas itibarıyla bilgisizlikle temellendirmemiz gerekir. Diğerleri istisnai hâl görülmelidir.

Başlangıç, Gelişme ve Olgunlaşma

Şu hâlde tablo net olarak ortaya çıkmış oluyor: eğer yapılan 'yanlışlar'a bakarak İslâmcılık hakkında bir hükme varacak isek, bu durumda ihtimalleri iyi düşünmemiz gerekiyor. Hâl ve şartlara bakıldığında, İslâmcılık, en genel manada, 'olumsuz' diye nitelendirilebilecek bir vasatta mücadele veren bir ideolojik akımdır. Basitçe ifade edecek olursak, yerel iktidarların yanı sıra küresel güçler de onun karşısındadır. Dolayısıyla bu şartlarda 'icbar' faktörünün etkisi yadsınamaz (buna 'ayartı' ve 'iğdiş' faktörlerini de eklemek mümkündür). Fakat bunlar 'dışsal' şartlardır. Hemen hiçbir toplumsal faaliyette dışsal faktörler belirleyici değildir. Burada asıl 'içsel' şartı (veya dinamiği) dikkate almak gerekir. Çünkü belirleyici olan odur. İçşel şart, ideolojik dinamizm ya da iç tutarlılığı olan bir düşünce sistematiğine sahip olunmasıdır. Bir toplumsal hareketin geleceğini bu kriter belirler. İslâmcılık bu açıdan kritize edildiğinde, onun henüz 'olgunluğa' ulaşmamış bir akım olduğu söylenebilir. Başlangıç dönemini bitirmiş, gelişme dönemini tecrübe etmiştir ama henüz 'okullaşma' aşamasına geçememiştir. Bu, şu demektir: küresel veya yerel ölçekte bütün 'İslâmcı' oluşumlar, hata ile malul olacaktır! Çünkü burada esasta 'bilgi problemi'yle ilgili sorunlar vardır ve bunlar hâlâ istenen düzeyde çözülebilmiş değildir.

Eğer durum buysa, İslâmcılığın iflas edip etmediğine dair yürütülen tartışmada aceleci olunmaması gerektiği açıktır. Henüz okullaşamamış, ideolojik dinamizmini istenen düzeyde kazanamamış bir akımdan toplumsal/siyasal alanda 'büyük' başarılar beklemek yanlış (hatta hayal) olur. Kişi veya toplumlar, en nihayetinde, bildikleri kadar var olabilirler. Çağdaş dönemde ise, bilgi temeline dayalı (küresel düzeyli) dinamik bir oluşumun şartları daha da zorlaşmıştır. Bunun için bilginin bütün alanlarında yetkinlik gerekir (çünkü "etkinliği yetkinlik doğurur!"). İslâmcılığın çağdaş dönem tecrübesine bakıldığında, bu hususta ciddi zaafların olduğu rahatlıkla görülür. Bilginin 'göreceleştiği', kültürel çeşitliliğinin tanındığı, 'öteki'nin görece rahatladığı postmodern vasatta, İslâmcılık 'gelişme kaydeden' bir akım vasfını kazanmışsa da, bu, toplumsal/siyasal dönüşüm için yeterli olmaz. İnsanlığın yeni bir 'hakikat çağrısı'na ihtiyacı vardır, ama bunun 'külli' mahiyetinin olması gerekir. İslâmcılık, hâlâ 'yerel' ölçekli bir ideolojik akım vasfını korumaktadır. Hedef kitlesi, hâlâ, temelde Müslüman Dünyası'nın insanıdır. Oysa çağımızda hakikat çağrısı artık 'küresel ölçekli' olmalıdır. Çünkü bilgiye ulaşım küreselleşmiştir. Bilgi ve hakikat alanında iddialı her akım veya düşünce de hedef kitle olarak 'dünya insanı'nı görmelidir. İslâmcılığın performansına dair yapılan değerlendirmelerde özellikle de bu hususun göz önünde bulundurulması elzemdir. Geleceğin ideolojisini bu alandaki performans belirleyecektir.

Bu açıdan bakıldığında ve bu vasat göz önünde bulundurulduğunda, çağdaş dönemde İslâmcılığın yanlışlar yapmasının, hatta toplumsal/siyasal alanda 'başarısızlıklar' yaşamasının doğal olduğu sonucu kendiliğinden çıkar. Fakat burada şu hususa da değinilmelidir: acaba bu yanlışın mahiyeti nedir? Örneğin bir asır öncesine göre daha mı vahim hatalar yapılmaktadır, yoksa yanlışın düzeyi zamanla azalmakta mıdır? Zannımca, genel gelişme düzeyine bakıldığında, yaklaşık bir buçuk asırlık bir tecrübesi olan İslâmcılığın süreç içerisinde giderek 'daha az' hata yaptığı söylenebilir. Bunun temel nedeni de, akımın 'düşünce hasılası'nın zaman içerisinde artmasıdır. Afgani, Abduh, İkbal döneminde genel manada 'savunmacı' söylemi öne çıkan İslâmcılığın, Mevdudi, Kutub, Şeriati döneminde 'özgüvenli' bir dile kavuştuğu görülmektedir. Başka bir ifadeyle gelenek-modernite gerginliğinin yarattığı sorunlarla tam anlamıyla baş edemese ve 'geleceğin ideolojisi' olma yolunda ilerlerken birtakım düşünsel zaaflardan henüz kurtulamasa da, gelişme döneminde İslâmcılık belirgin bir düzeyde 'ideolojik dinamizm' kazanmıştır. Bunun toplumsal/siyasal alandaki karşılığı da, Müslüman Kardeşler, Cemaat-i İslâmî gibi yaygın sosyal hareketlerin kurulması, Pakistan, Bosna, Sudan ve Afganistan örneklerindeki gibi devlet tecrübelerinin yaşanması, İran örneğindeki gibi bir devrimin yapılmasıdır. Fakat bu deneyimlerin bir hususta derde deva olamadığı görülmektedir: İslâmcılık hâlâ küresel ölçekte bir 'tepki' hareketi diye algılanmakta, insanlığın geleceğini tayin edebilecek (başka bir deyişle, 'cazip') bir ideolojik/düşünsel akım çerçevesinde görülmemektedir. Bunun da makul sebepleri vardır. Burada suçu, 'islomofobia', 'küresel oyunlar' vs. türü faktörlere atmamak gerekir. Varsa bir suçlu, bu, temelde Müslümanlardır, onların zaaflarıdır (Malik bin Nebi'ye nazire!) Çünkü hiçbir kale esasta 'dışarıdan' fethedilmez. Dışarıdan fethedilen kaleler de vardır ama bunlar istisna kabilindendir. Totale bakıldığında, "ne yaparsak biz kendimize yaparız." Bu, en çok da ideolojik zaaflar alanında böyledir. Doğal gelişme süreci devam eden İslâmcılığın son yıllarda yaşadığı sıkıntılar, esas itibarıyla buradan kaynaklanmaktadır.

Teori-pratik tartışmasında ele alınması gereken konulardan biri de 'başarısızlığın' ölçütünün ne olması gerektiğiyle ilgilidir. Burada iki seçenekten bahsedilebilir: İlki bir ideoloji adına ortaya konulan pratiğin değerlendirmeye esas alınabileceğini ima ederken, ikincisi bizzat 'ideolojinin yanlışlanması'nın ölçüt alınması gerektiğini savlar. İlki, genellikle meseleye yüzeysel bakanların, ikincisi ise, daha derin analizler yapabilenlerin yaklaşımıdır. Buna dair çağdaş dönemden net bir örnek olarak Marksizm ideolojisi ve Stalin deneyimi verilebilir. Burada soru şudur: Stalin, Marksist öğretinin pratiğine dair bir örnek kabul edilirse onun döneminin SSCB'si, ideolojinin başarısızlığının kanıtı olarak gösterilebilir mi? Bazı sosyalistler bu soruya olumlu cevap verirken, bazıları da bunu kabul etmezler. Bizce, dünyadaki kötü uygulamaları yüzünden Marksizm'in itibar kaybettiği ideoloji olduğu belki söylenebilir ama yenilginin asıl sebebi bu değildir. Yenilginin asıl sebebi, Marx'ın temel öngörülerinin yanlışlanmasıdır. Kapitalist üretim tarzının neticesi artık değer kaçınılmaz biçimde onun sonunu getirmemiş, bilakis kapitalizm kendini yeniden üretmiştir. 'İdeolojinin görece özerkliği' tarihsel materyalizmin sözde kanunlarını dinlememiş, 'iradi eylem' maddeye ve tarihe hükmettiği söylenen 'evrensel yasalar'ın önüne geçerek 'bilimsel sosyalizm'in iktidarının bir mit olduğunu göstermiştir. Daha somut bir şekilde söyleyecek olursak, Marx'ın, sosyalist devrimlerin önce (İngiltere ve Almanya gibi) en gelişmiş kapitalist ülkelerde gerçekleşeceği yönündeki öngörüsü doğru çıkmamış, bilakis Ekim Devrimi, temelde bir 'köylü toplumu' olan Rusya'da vuku bulmuştur. Yani tarih Marx'ın öngördüğü istikamette akmamış, böylece ideoloji yanlışlanmıştır. Stalin'in yanlışları Marksizm'in ideolojik hatalarıyla kıyaslanırsa, tabiri caizse, devede kulak kalır. İşte Marksizm'in dünya genelinde artık iflas bir ideoloji olarak görülmesinin asıl nedeni budur.

İslâmcılığın Tarihsel Tecrübesi

Bu şablonu İslâmcılık için de kullanmak mümkündür. Ancak burada şu sorunun cevaplanması gerekiyor: Acaba İslâmcılık da, ideolojik gelişim süreci açısından, tıpkı sosyalizm gibi bir tecrübe yaşamış mıdır, yoksa onu "henüz yolun başında" olan bir akım diye mi görmek gerekir? Malum olduğu üzere Marksizm, sosyalist düşüncenin 'okullaşmış' hâlidir. Acaba çağdaş dönem tecrübesi dikkate alındığında, İslâmcılığın farklı versiyonları arasında da bu karakteri haiz bir grup/düşünce sistematiği var mıdır? Bu sorunun cevabı bellidir: İslâmcılık henüz kendini "dört başı mamur bir şekilde" ifade edememiştir. İslâmcılığın iflasıyla ilgili (tıpkı Marksizm için yapıldığı gibi) bir yargıda bulunabilmek için, onun önce 'düşünsel yetkinlik' aşamasına ulaşması gerekir. Çünkü pratiğe dair nihai değerlendirme ancak o zaman hakkıyla yapılabilir. İslâmcılık henüz bu aşamaya ulaşamadığı için, İslâmcılık adına yapılan yanlışlar, nihai değerlendirmeye esas alınacak örnekler olarak görülemez. Nitekim İslâmcılığın tarihsel tecrübesi, bu iddiamızı doğrulayacak veriler sunmaktadır. Örneğin, Benna, Mevdudi ve Humeyni deneyimlerinin 'görece başarısızlığı'ndan belki söz edilebilir, çünkü her üç deneyim de İslâmcılığın (gelişmekle birlikte) düşünsel zaaflarla malul olduğu bir dönemin örnekleridir. Fakat İslâmcılık bundan ibaret bir akım değildir. Siyaset alanına bilinçli bir şekilde 'mesafeli duran' İslâmcılar da vardır ve bunlar "toplumsal değişim için önce düşüncede devrim olmalıdır" tezini savunmaktadırlar. Bu anlayışın siyaset alanına yansıması, 'örgütsel büyüklükler'in yadsınmasıdır. O yüzdendir ki, İslâmcı akımın bu kolu, yeterli birikime sahip olunmadan bir örgüt, cemaat, parti veya devlet kurma fikrine soğuk bakar; siyasal pratiğe değil düşünsel yetkinliğe öncelik verir. Belki ilk kolun deneyimlediği örneklere bakarak bir başarısızlıktan söz edilebilir ama ikinci kolun pratiği henüz görülmemiştir. Bu grup hâlâ "kendini saklı tutmakta", yani "sırasını beklemektedir." Dolayısıyla bu ikinci kolun 'siyasal tecrübesi'ne şahit olunmadan yapılan bir 'iflas' değerlendirmesinin eksik kalacağı açıktır. Üstelik çağdaş dönemde İslâmcılık adına ortaya konulan fikriyatın merkezi kavram ve temalarının çoğunu bu ikinci grup belirlemiştir. Aslında, düşünsel zenginliği üreten asıl bu gruptur. O nedenledir ki, nihai bir 'başarı' değerlendirmesi yapabilmek için, bu grubun düşünsel performansının yetkinlik düzeyine ulaştığı o aşamanın (yani 'okullaşma' aşamasının) beklenmesi gerekir. Ancak yetkin düşüncenin ürettiği pratik deneyimlendikten sonra isabetli bir başarı veya iflas değerlendirmesi yapılabilir.

Buna rağmen, yine de temel görüşler veya öngörüler bağlamında İslâmcılık için de bazı değerlendirmeler yapılabilir. Bu yapıldığında, yanlışlanma tezini destekleyecek verilerin pek bulunamayacağı görülecektir. Belki siyasal değişimi önceleyen kolun bazı öngörülerinin isabetsiz çıktığı söylenebilir ama bu, İslâmcılığın asli tezlerinin yanlışlandığını göstermez, bilakis bazılarının doğrulandığını gösterir. Mesela İslâmcılık (en azından onun bir kolu), çağdaş dönemde Müslüman Dünyası'nın sömürülmesinin asli sorumlusu olarak 'dış güçler'i değil, 'içsel zaaflar'ı görür ve buradan çıkışın 'öze dönmek'le sağlanabileceğini savlar. Bu, İslâmcılığın temel yaklaşımlarından biridir ve yanlışlandığına dair somut bir kanıt da hâlâ gösterilememiştir. Çünkü Müslüman Dünyası'nda 'öze dönüş' (yani 'düşüncede devrim') hâlâ istenen düzeyde gerçekleştirilememiştir. İslâmcılık bu hususta tatmin edici bir neticeye ulaştıktan sonra Müslüman Dünyası'nın sorunları hâlâ devam ediyorsa, işte ancak o zaman İslâmcılığın 'iflas etmiş' bir ideoloji olduğu ileri sürülebilir. Hâkeza İslâmcılık (en azından onun bir kolu) düşünsel devrim gerçekleşmeden siyasal devrim yapılmasına karşıdır, zira bunun çözüm olmak bir yana çözümü geciktiren bir yaklaşım olduğunu savunur. Bu da İslâmcılığın (bir kolunun) temel yaklaşımlarından biridir ve bu tez de hâlâ yanlışlanamamıştır. Hatta Pakistan, Afganistan ve İran deneyimleri (özellikle de bu sonuncusu) bu tezin doğruluğunun kanıtı olarak bile gösterilebilir (nitekim Ali Şeriati'nin İran Devrimi sürecindeki temel eleştirilerinden biri budur).

Bunun dışında, İslâmcılık (en azından onun bir kolu), "dünyayı değiştirmek için" geleneğin ve modernitenin (yanı sıra postmodernitenin) temel değerler açısından eleştirilmesi gerektiğini söyler ve bu yapılamadığı sürece uzun-erimli bir başarı şansının da olmadığını savlar. İslâmcılık bu açıdan da yanlışlanamamıştır, çünkü zorlu bir görev olan gelenek/modernite eleştirisi henüz yetkin düzeyde yapılamamıştır. Bu liste uzatılabilir. Hatta yanlışlanmış olmayı bırakın, İslâmcılığın temel bazı tezlerinin doğru olduğu, yaşanan tecrübelerle kanıtlanmıştır. Said Halim Paşa, Muhammed İkbal, Cemalettin Afgani gibi ilk dönem İslâmcıları bile Batılılaşma'nın (doku uyuşmazlığı yüzünden) Müslüman Dünyası'nda tutmayacağı öngörüsünde bulunmuşlardır ve yaklaşık bir asırlık tecrübeden sonra onların bu öngörüsü doğru çıkmıştır. Müslüman Dünyası'nda çağdaş Batılı ideolojiler (özellikle de milliyetçilik ve sosyalizm deneyimleri) net bir başarısızlık örneğidirler. Bunlar 'çağdaş uygarlık seviyesi'ne ulaşma hedeflerini tutturamadıkları gibi, geri kalmış/bıraktırılmış ülkeler arasında bile son sıralarda yer alabilmişlerdir.

Gelişme dönemi İslâmcıları, 'kalkınma' modellerinden herhangi birinin 'düşüncede devrim' gerçekleştirilmeden uygulanması durumunda sonucun başarısızlık olacağı öngörüsünde bulunmuşlardır ki, bunun doğruluğu da, yaşanan tecrübelerle kanıtlanmıştır. Çünkü taklitle çağ atlanamaz. Adına 'kalkınma' denen şey, Batı'nın kendi özgün şartlarının sonucudur ve dünyanın başka coğrafyalarında birebir kopya edilemez. Müslüman Dünyası da, eğer gelişip kalkınacaksa, 'özgün' bir modele sahip olmalıdır. Bu ise, ancak öncelikle 'değerler' bakımından özgünlük sağlanırsa mümkündür. İslâmcılık, işte bunu gerçekleştirmeye çalışmakta ve 'öze dönüş'ü bunun için önermektedir. Pakistan deneyimi başarısız olmuşsa, bunu sağlayamadığı için olmuştur: bir 'İslâm devleti' kurmak amacıyla inşa olunan ülke, sonunda 'ulus devlet'e dönüşmüşse bunun için dönüşmüştür. İran Devrimi başarısız olmuşsa, bunu sağlayamadığı için olmuştur: yönelimi itibarıyla İslâmî olmakla birlikte, geleneğin baskısına boyun eğmişse bunun için eğmiştir. Afganistan deneyimi başarısız olmuşsa, bunu sağlayamadığı için olmuştur: güya her iki deneyimden daha sahih bir İslâmî duruş sergilediği iddiasıyla ortaya çıksa da, safdil bir gelenek savunusunu temsil ettiği için baştan güdük bir çaba olarak ortaya çıkmıştır. Aslında bu son iki öngörüsünün doğrulanması bile, İslâmcılığın insan, toplum ve tarihsel akışa ilişkin temel tezlerinin isabetli olduğunun kanıtı diye sunulabilir. Çünkü bunlar 'kapsayıcı' öngörülerdir. Birçok isabetli alt değerlendirmeyi gerektirirler.

İslâmcılık, bu alt alanlarda daha öncesinde isabetli yaklaşımlara sahip olmalıdır ki, 'büyük teori' alanında da isabetli öngörülerde bulunabilsin. Kaldı ki bir Müslüman, şartlar ne olursa olsun, Allah'ın bir ve tek ilah olduğuna, Onun kitabı Kur'an'ın da her daim hakikati temsil ettiğine dair inancından vazgeçmez. Yani onun için İslâm 'yanlışlanamaz' bir dindir! Bir yanlış varsa, onu yapan insandır. Bu bakımdan, Müslüman, dinin modası geçmiş bir tarihsel tecrübe olduğuna inanılan modern dönemde dahi İslâm'ın hakikati temsil ettiğine, Şeriat'ın uygulanabileceğine (veya uygulanması gerektiğine) dair inancını korur. Şartların icbarıyla siyaset ve toplum alanını belki boşaltabilir ama 'iman' (veya 'hakikat') alanından asla çekilmez. İmanı terk, onun için muhal bir şeydir. Nitekim onun bu alandaki öngörüsü de bir anlamda doğru çıkmış ve modern dönemin son evresinde "din, tekrar hayata dönmüştür." Ve bugün bu tespiti, Müslüman Dünyası değil, bizzat Batı (veya postmodern dönemin akademisyenleri, İslâm uzmanları, vs) yapmaktadır.

Fikrî Gelişme Süreci ve İktidar Serencamı

Dolayısıyla, "yenildik" söyleminin sahici bir temeli yoktur. Peki, o zaman "yenildik söylemine zemin teşkil eden "İslâmcılık öldü" tezi son zamanlarda niçin daha çok gündemde tutulmakta ve birtakım örnekler gösterilerek bu tez ispatlanmaya çalışılmaktadır? Burada dikkatli değerlendirmeler yapılması gerekmektedir. Zannımca, İslâmcılığın düşünsel gelişme süreci hâlâ devam etmektedir. Fakat 'okullaşma' zor bir süreç olduğundan, düşünce alanında birtakım sıkıntıların yaşandığı doğrudur. Bunu, bir tür 'durağanlık' ya da 'tıkanma' (hatta belki de 'istirahat') hâli olarak görebiliriz. İslâmcılık, modernitenin (ve postmodernitenin) 'hakikat' alanındaki bazı iddialarına cevaplar verebilmiştir, ancak bunların henüz 'yetkinlik' düzeyine ulaştığını söyleyemiyoruz. Bu cevabın verilebilmesi için sofistike çalışmalar yapılmalı, 'ideolojik' karakterli bir düşünce sistematiği ortaya konulmalıdır. Eğer 'çalışma' faktörünün gereklerini yerine getirirlerse, Müslüman Dünyası'nın düşünen kafaları süreç içerisinde bu hususta da başarılı olabileceklerdir. Ancak bu arada İslâmcılığın rakipleri de boş durmamakta, süreci tersine çevirmek ya da akışın yönünü değiştirmek için hesaplar yapmaya, stratejiler geliştirmeye devam etmektedirler. İslâmcılığın hâlihazırdaki rakipleri/düşmanları, akımın ideolojik zaafları olduğunu görmüşler ve "henüz vakit varken" birtakım politikaları devreye sokmuşlardır. Şu an itibarıyla en revaçtaki uygulama, İslâmcıların ideolojik safiyetini bozacak şekilde onları "iktidara taşımak" diye görünmektedir. Çünkü bir hareketin iktidar alanına girmesi demek, aslında, ideolojik yetkinliğe ulaştığına dair bir iddiası olduğunu gösterir. Bu, itiraf edilsin veya edilmesin böyledir. Gerçekte öyle olmayabilir ama kitlelerin gözünde iktidardaki başarı ideolojinin başarısıdır, iktidardaki başarısızlık da ideolojinin başarısızlığıdır. Bu yüzden, "üzerinde İslâmcılık etiketi bulunan yapıların" iktidara taşınması, (İslâmcılığın rakipleri için) amaca ulaşmak bakımından hayati önemi haiz bir stratejidir. Gerek milliyetçiliğin gerekse sosyalizmin bir ideoloji olarak Müslüman Dünyası'nda (özellikle de gençlik kesiminde) eski cazibesinin kalmaması, İslâmcılığın rakiplerinin bu politikayı benimsemesinin asli nedenidir. Çünkü bu şartlar altında, bu ideolojilerin bıraktığı boşluğu İslâmcılığın versiyonlarından birinin dolduracağı bellidir. Bu durumda yapılacak şey, 'en zararsız' versiyona en büyük şansı tanımaktır! İşte "İslâmcılık öldü" tezi de bu noktada işlev görmektedir.

Bunu biraz açalım: bu planın temelde iki hedef kitlesi vardır: ilki laik kesim, ikincisi ise muhafazakâr (veya 'dindar') kesim. Laik kesimle ilgili hedef basitçe şudur: "üzerinde İslâmcılık etiketi bulunan yapılar"dan Batı için en 'zararsız' (yani düşünce temeli en zayıf) olanlarıyla varılacak bir uzlaşının sonucunda, 'İslâmcılar' (bunlara 'sözde İslâmcılar' demek daha doğru olur) iktidara taşınacaklardır. Bunların iktidarda başarılı olma şansları yoktur, zira hem teorik açıdan yeterli donanıma sahip değillerdir hem de pratik tecrübeleri yoktur. Dolayısıyla 'modern devlet'i yönetemeyecekleri ve başarısız olacakları baştan bellidir. Üstelik iktidara taşınmış bu gruplar, özellikle de teorik donanımsızlıkları yüzünden, 'ahlaki' yozlaşmanın (belki daha öncesinde Batılı ideolojilerin mensuplarında bile görülmemiş derecede) örneklerini vereceklerdir. Bu ise, zemin kaybeden laik kesimlerin (kendi ideolojilerine güveni yeniden kazanmalarına yetmese bile) pozisyonlarını korumalarını sağlayacaktır. Bu planın, belki de en önemli ayağı budur. Çünkü laik kesimler, Batı'nın Müslüman Dünyası'ndaki sigortasıdır. Muhafazakâr kesimle ilgili hedef ise şudur: 'sözde İslâmcılar'ın iktidar tecrübesinin başarısızlıkla sonuçlanması bu kesimler üzerinde (psikolojik yıkım dâhil) olumsuz etkiler doğuracak, bunların geleceğe dair umutlarının ertelenmesi neticesini verecektir. Fakat burada şu hususa dikkat edilmelidir: Batı için muhafazakâr kesimle ilgili hedef, laik kesimle ilgili olanıyla kıyaslandığında ikincildir. Çünkü bu kesim temelde korumacıdır ve 'gelişme'ye kapalıdır. Gelişimini sürdüren bir akım olarak İslâmcılığın bu tabandan ziyade, 'ilerlemeci' ve yeni tezlere karşı nispeten daha duyarlı laik kesim üzerinde etkili olma, bazı mevziler kazanma şansı daha çoktur. İşte bu yüzden, İslâmcılığın özellikle de laik kesim üzerinde etkili olmasının önlenmesi gerekir. Müslüman Dünyası'nda ideolojik kan kaybına uğrayan laik kesimin bu etkiden uzak tutulmasının en güvenli yolu, İslâmcılığın 'görünür' yüzlerinin özellikle de 'ahlaki' açıdan olumsuzlanmasıdır. Türkiye örneğinde AK Parti tecrübesinin serencamı da kısaca böyle özetlenebilir!

Gerçek Mücadele Aşaması

Gelelim 'gerçek İslâmcılar'a. Uygulanan planın bu İslâmcılarla ilgili bir yönü yok mudur? Elbette ki vardır. Hatta bu planda 'asıl hedef'in gerçek İslâmcılar olduğu da rahatlıkla söylenebilir. Başka bir ifadeyle "üzerinde İslâmcılık etiketi bulunan" sözümona İslâmcıların başarısızlığının faturası, teorik temeli diğerlerine göre daha iyi olan, ama 'siyasal' alanda henüz bir varlık gösteremeyen bu kesime kesilecektir. Basit hesap budur. Peki, bu hesap tutar mı? Öyle görünüyor ki, planı yapanların bu konuda bir umudu bulunuyor. En azından, başarısızlığın genel kitle tarafından kabulünden sonra, bunun 'gerçek İslâmcılar' üzerinde psikolojik bir baskı unsuru yaratacağını düşünüyorlar. Bu, çok da yabana atılacak bir öngörü değildir.

Fakat burada şu hususun unutulmaması gerekir: bilgi temeli sağlam kişi, iddiasından dönmez. Ölümü pahasına inancını savunur. İslâmcılar arasında 'gerçek' sıfatını hak edenlerin de genel karakteri budur. Çağdaş dönemde bu tezin şahitliğini yapan sembol şahsiyetlerden Kutub, Şeriati ve Özkan'ın isimleri bu hususta örnek verilebilir. Bu tezin en büyük şahidi ise peygamberlerdir. Bir peygamberi yolundan döndürmek mümkün değildir, zira onun 'bilgi temeli' sağlamdır. Hatta sağlamlık yönünden onu hiçbir beşer geçemez. Peygamberlerin yolundan gitme konusunda en başarılı kesim ise âlimlerdir. Âlim, bu noktada, tabir-i caizse, peygamber benzeridir. Zira her ikisinin de davasında sebat etmesinin asli nedeni 'bilgi'dir. Her ikisi de, şüpheden arınmış olarak 'inanır.' Dolayısıyla, bir peygamberi olduğu gibi, (gerçek) bir âlimi de yolundan döndürmek mümkün değildir. Çağdaş dönemin bu üç sembol şahsiyetinde bu özellikler mevcuttur. Her üçünün de 'güzel örneklik'ler gösterebilmesi, bilgi temellerinin sağlamlığındandır.

İşte İslâmcılığın rakiplerinin yaptığı planda hesabın tutmayacağı kesim bunlardır (veya bunların yolundan gidebilenlerdir). Fakat planı yapanların buna dair ikinci bir hesabı daha vardır ki onu da şöyle özetleyebiliriz: bu İslâmcılar iddialarından vazgeçmiyorlarsa da marjinalleştirilebilirler. Çünkü fatura bunlara kesileceği için, öyle veya böyle bir bedel ödeyeceklerdir. Muhafazakâr kesimin umutlarının ertelendiği, laik kesimin de İslâmcı tezlere artık kulağını tıkadığı bir vasatta, bu kesimin somut bir 'ümit' vasfıyla ortaya çıkabilmesi zordur! Tabii bu arada İslâmcılığın "ideolojik safiyetinin bozulması" noktasında sofistike çalışmalar yapılmaya da devam edilecektir. Hâlâ ideolojik kodlarla düşünebilenler için "demokrasinin İslâm'la bağdaştığı", "asıl özgürlüğün İslâm'da olduğu", "Müslümanın 'birey' olması gerektiği" vs. yönündeki tezler daha rafine bir şekilde gündeme getirilecek, ideolojilere karşı mesafeli duran, hakikat iddialarına kulak tıkayan, postmodern zihniyete sahip kesimler için ise "yaşamın tadını çıkarma" seçeneği elde hazır tutulacaktır. Bu noktada akademinin yanı sıra, STK'ların da desteği sağlanacaktır.

Basit hesap budur. Peki, tutar mı? Bu soruya da, yazının başlığından mülhem bir cevap verebiliriz: sahte İslâmcıların kazanması zaten mümkün değildir, çünkü onlar son tahlilde birer 'iş birlikçi'dirler. İş birlikçiler ise senaryonun ancak figüranı olabilirler. Gerçek mücadele, 'gerçek' İslâmcılarla onların 'gerçek' rakipleri arasında cereyan etmektedir. İki taraf da birbirini iyi tanımakta ve kozlarını ona göre oynamaktadırlar. Evet, kağıt üstü İslâmcıları yenilmişlerdir, yenilmeye mahkûmdurlar.

Gerçek İslâmcılar ise, yenilmezler. Düşüp kalkabilirler, ama yenilmezler. Asr Suresi hatırlanacak olursa, Müslümanlar (yani 'gerçek' İslâmcılar), inanıp salih amel işlerler, hakkı ve sabrı tavsiye ederler. Bu ne demektir? Yani 'gerçek' İslâmcılar, "bilinçli bir şekilde" İslâmcılık yapmaktadırlar. Hakkı tavsiye edebilmek için Hakk'ı/Hakikati bilmek gerekir. Hakkı gereğince bilmek ise, kaçınılmaz biçimde 'sabr'ı gerektirir. Çünkü bunun bir bedeli olacaktır ve bu bedeli ödemeye ancak 'gerçek' İslâmcılar cesaret edebilirler. Kağıt üstü İslâmcıları "hüsranda olanlardır." Onlar yaptıkları iş birliğinin sonucunun ne olacağını hesap dahi edebilecek bir 'Hak/Hakikat' bilgisine sahip değildirler. Zaten o yüzdendir ki, basit çıkar hesapları yapabilmekte ve ahiret pahasına dünya metaına meyledebilmektedirler. Hem şu da var ki, iman edip salih amel işleyen ve hakkı/sabrı tavsiye eden bir müminin başına gelenler olumlu da olsa olumsuz da olsa o kayıpta değildir. Başarılı olmuşsa kat kat sevap kazanır; ayağına diken batsa, bu bile onun hanesine sevap olarak yazılır! Dolayısıyla 'gerçek' İslâmcının 'bilinçli' bir şekilde yaptıkları, dünyevi sonucu ne olursa olsun, onun için rahmet (veya 'başarı') olur. İşte bu yüzden, 'gerçek' İslâmcılar (ya da artık ona sadece 'gerçek Müslümanlar' diyelim) asla kayıpta değildirler. [1]

Bu değerlendirmeler ışığında çağdaş dönem İslâmcılığının geleceğine dair de birkaç kelam etmek yararlı olabilir. Bendeniz, son dönemde Müslüman Dünyası'ndaki siyasal gelişmelere bakarak olumsuz bir tablo çizenlerin görüşlerine katıl(a)mıyorum. Onlar çoğunlukla kısa vadeli (ve basit hesaplar yaparak) düşünüyorlar. Düşünmenin bu türünden, hiçbir zaman için isabetli sonuçlar çıkmaz. Düşünme uzun-erimli, çok-yönlü ve verilere dayalı olmalıdır. Böyle bir gayret gösterildiğinde, İslâmcılığın akıbetinin 'kötü' olmadığı rahatlıkla söylenebilir. Bir buçuk asırlık bir tecrübeye sahip İslâmcılık, özellikle de yirminci asrın ortalarından itibaren ideolojik bakımdan 'gelişme' kaydetmiştir. Bu süreç, yavaş da olsa devam etmektedir. Siyasal alandaki varoluşun düşünce temeline dayandığına dair görüşümüz doğruysa, bu durumda, İslâmcılık adına ortaya konulan pratiklerin de zaman içerisinde giderek daha rafine bir şekil alacağını söyleyebiliriz. Fakat bu arada 'bilinçli' çabalarla süreci hızlandırmamız da mümkündür.

İslâmcılığın küresel anlamda bir ideolojik cazibeye kavuşması için, bilgi temelinin güçlendirilmesi ve sistematik düşünce üretimine odaklanılması gerekmektedir. Bu, zaman alacak zorlu bir süreçtir. Fakat imkânsız da değildir. O hâlde yapılacak şey bellidir: Müslüman Dünyası'nda siyaset alanında daha düzgün pratikler görmek istiyorsak, düşünce alanını güçlendirmemiz gerekiyor. Bu alanda pratik rakibimiz modernite (veya postmodernite) olacaktır. Fakat her iki paradigma da bize karşı eskisi kadar şanslı değildir. Modernite temel tezleri itibarıyla tecrübe edilmiş ve yanlışlanmıştır (Daniel Bell'in "ideolojiler öldü" tezini hatırlayalım), postmodernite ise derde deva olamamaktadır. Çünkü esas itibarıyla 'hakikat' alanına ilişkin bir iddiası yoktur ("küçük güzeldir" diyen, büyüğe talip olmaz!). Geriye potansiyeli olan bir akım hüviyetiyle İslâmcılık kalmaktadır. Müslümanlar olarak, bu 'şansı' iyi değerlendirmemiz ve İslâm'ı 'geleceğin ideolojisi' yapacak düşünsel gayretlere odaklanmamız gerekiyor. Bu alanda belirli düzeyde bir performans gösterebilirsek, gelecekten ümitvar olabileceğimizi de rahatlıkla söyleyebiliriz.

Kürşad ATALAR - Umran Dergisi Şubat/2022-330. Sayı

↩ [1] 'Gerçek müminler' (mü'minûne hakkan) tabiri bizzat Kur'an'a aittir. Bkz. Enfal Suresi: 4 ve 74. ayetler.


Facebook'ta Paylaş Tweetle