Söyleşi

Atasoy Müftüoğlu İle İran İslâm Devrimi Üzerine Konuşma

16.01.2015

Röportaj: Nail Elhan / ODTÜ

Şiilik üzerine düşünceleriniz nelerdir?

Bendeniz bir Müslüman olarak, Müslümanların dikkatlerini İslam’ın bütün parçaları üzerinde yoğunlaştırmaları kanaatindeyim. Şiilik de bu bütünün bir parçasıdır, küçük bir parçasıdır. Bu parçanın nasıl oluştuğu, nasıl bugünlere kadar geldiği, hangi doğrultuda geliştiği çok daha farklı bir konudur. Şiilik, benim için herhangi bir problem değildir. Kuşkusuz Şiiliğin Sünniliğe göre farklı boyutları var. Kabul edilebilir yanları var, kabul edilemez yanları var. Benim Şiiliği Usulî yöntemlerle açıklamakla herhangi bir sorunum yoktur. Ancak Bâtıni ekollerin eleştirel bir dikkatle incelenmesi gerektiğine inananlardanım.

İran İslam’ı mıdır, size etkileyen yoksa devrim fikri mi?

Ben tabi ki öncelikle devrimden etkilenen birisiyim. Devrimin hala çok önemli olduğunu ve bu önemin gereği kadar idrak edilmediğini, anlaşılmadığını düşünenlerdenim. Bunun bütün İslam âlemi toplumları içerisinde olağanüstü bir yenilik olduğunu düşünenlerdenim. Bu devrim İslam Dünyası’nda bir ilktir. İlk meydan okumadır, ilk hesaplaşmadır, ilk yeniden başlangıç bilincidir ve ilk yeniden kendine geliştir.

Toplumun, Batılılaşma ve modernizm ile birlikte bir yabancılaşma sürecine girdiğini söylüyorsunuz. Kitaplarınızdaki ana fikirlerden birisidir bu. Yabancılaşmaya karşı panzehir olarak sunduğunuz argüman ise ‘tevhid’ düşüncesidir. Bu düşünce nedir tam olarak?

Bugün bir tevhid düşüncesinden söz etmek mümkün değildir. Şunun için değildir: Modernleşme diye üzerinde yeteri kadar durmadığımız belirleyici, tayin edici bir gerçeklik var. İslami entelektüeller bu geçmişle yüzleşebilmiş, bununla hesaplaşabilmiş değildir. Bununla hesaplaşacak bir irade ortaya koyabilmiş değildir. Hatta şöyle de denilebilir: Bununla hesaplaşma gereği duyulmamıştır. Burada bir patoloji olduğu gerçeği vardır. Modernleşme pek çok Müslüman düşünürün olumlu bir şeyler yüklemeye çalıştığı bir şeydir. Modernleşme bizim açımızdan bakıldığında olumsuz bir şeydir. Modernite Rönesans’la başlayan, Protestan reformu ile devam eden; bilimsel devrimler, sanayileşme, aydınlanma ve kentleşme gibi süreçleri içeren bir olgudur. Bu süreçlerin oluşturduğu bir bütünlük var. Bu benim “Aydınlanma Mutlakiyetçiliği” diye tanımladığım şeydir. Sömürgecilik yolu ile ırkçılık yolu ile ve tepeden ideolojik bir dil yolu ile zaman zaman da askeri yöntemlerle evrenselleştirilmiştir. Bu bütünüyle reddedilmesi gereken bir şeydir. Müslüman demek Batı’yı reddetmek Doğu’yu kabul etmek anlamına gelmez ama burada gayri insani bir yol var. Kültürler birbirleriyle alışveriş yaparlar, uygarlıklar birbirleriyle alışveriş yaparlar. Ama burada bir alışveriş yoktur. Burada militer ve faşizan bir dayatma vardır. Devrim de bu noktada çok önemlidir. Yani bu militer ve faşizan “Aydınlanma Mutlakiyetçiliği”nin evrensel ve tek bir model olarak dayatılmasının gayri ahlakiliğine yönelik bir isyandır. Bu açıdan çok önemlidir. Çünkü bugün, ‘Tarihin Sonu’ düşüncesini ısrarla gündeme getirenler buradan hareketle modern, seküler, liberal, demokratik modelin nihai başarısını ilan ettiler. Bugün Türkiye’de entelektüel hayat içinde demokrasi sözcüğü geçmeyen cümleler kuramıyor. Bu şu demektir: Demek ki onlara göre tarihin sonudur ancak bu İslami seçenek değildir. İmam Humeyni’ye göre ise tarih yeniden başlatılabilirdi. Nitekim devrim, tarihi yeniden başlatmıştır.

Bu noktada Fukuyama’nın sözünü ettiğiniz ‘Tarihin Sonu’ tezine göre Sovyetler’in de çöküşü ile liberal demokrasi kazandı ve böylelikle artık ulus-devletlerin çağı da geçti. Söyleşilerinizde ve kitaplarınızda küreselleşmenin ulus-devletle, İslamcıların yapamadığı, hesaplaşmayı yaptığını belirtiyorsunuz. Ulus-devletle hesaplaşmak, düşünce dünyanızın neresine oturuyor, neden hesaplaşılmalı ulus-devlet ile?

Biz küresel, tepeden dayatılan neo-liberal dünya görüşünün diktatörlüğü altındayız. Çünkü neo-liberal diktatörlük bir başka seçenek kabul etmiyor. Hâlbuki neo-liberal diktatörlük ‘düşünce özgürlüğü’ gibi, ‘ifade özgürlüğü’ gibi anlamlar içeriyor! Bu neo-liberal diktatörlük nezdinde Müslümanlar için özgürlük yoktur, İslami ifade özgürlüğü, İslami bir modeli hayata geçirme özgürlüğü yoktur. Örneğin Mısır gibi büyük bir ülke İslami bir eğilim seyrettiği için marjinalleştirilmiştir. Bu korkunç bir cinayettir ve İslam dünyasında halen bu cinayet üzerine konuşulabilmiş değildir. Çünkü neo-liberal diktatörlük İslami bir yönelişi askeri yöntemlerle engellemiştir. Bu bakımlardan, ulus-devlet zaman zaman kullanılan bir araçtır. Küreselleşme ulus-devletleri yok edememiştir ancak ulus-devletlerdeki toplumları yeknesak bir hale getirmiştir. Amerikan kültürü yolu ile basmakalıplaştırmış ve hizaya getirmiştir. Bunlar yaşanırken devrimi yeniden hatırlamak gerekir. Yani devrim bunun için gerekliydi. Bunun için bir karşı çıkış, bir hesaplaşma gerekiyordu. Bugün, ulus-devletlerin bir sapkınlık olduğuna inanıyorum. Çünkü ulus-devletler yapay ırkçılıklar icat etmişler, kurgu mitolojiler icat etmişler ve böylelikle kendilerini meşrulaştırmışlardır. Bu süreçte hiçbir şey doğal ve kabul edilebilir değildir. Ulus-devlet tamamen bir zorlamadır. Eğer Türkiye bugün Kürt sorunu yaşıyorsa bunun sorumlusu ulus-devlettir. Hala da bu refleksler devam etmektedir. Eğer Türkiye bu olaya bir medeniyet varisi olarak yaklaşmış olsaydı bu sorun haline gelmezdi.

Ulus-devlet sonrası için düşüncenizdeki yönetim ya da yaşayış biçimi nedir, ne tasavvur ediyorsunuz?

Ulus-devlet sonrasını düşünebilmek için önce küreselleşmenin adını koymak gerekiyor. Bu masum bir sürecin adı mıdır, yoksa yeni bir emperyalizm midir? Bence bu yeni bir emperyalizm biçimidir ve Anglo-Amerikan ve oryantalist bir içerik taşımaktadır. Küreselleşme ile hesaplaşmak bu kültürleri sorgulamadan mümkün değildir. Önce bu yapılmalıdır. İkinci olarak zihinsel anlamda bir İslami devrim yapılmalıdır. Geçmişten devraldığımız kültür statükocu, konformist ve teslimiyetçi bir kültür olduğu için zihinsel anlamda bir devrim yapılamamaktadır. Bugün Müslüman bir entelektüelden bahsetmek çok güçtür. Çünkü Avrupa tarih yazımının dışında bir fikri yoktur. Kendi hikâyesini, serüvenini anlatamamaktadır, kendi sözcükleri özgür değildir. Müslüman bir entelektüelden bahsetmek için Müslüman genç kuşakların bir “zihinsel sömürgesizleştirme” yapmaları gerekir. Sünni dünyanın devrimi böyle başlayacaktır. Ancak benim bu konuda çok umudum yok. Beni karamsar olmakla itham edenlere şunu söylüyorum: Biz tarihin son 200 yılını hayali umutlar peşinde sürüklenerek geçirdik.

İran İslam Cumhuriyeti de bir ulus devlettir. İran’ı ve devrimini önemseyen biri olarak sizce bu bir çelişki midir?

İran ulus-devlet refleksleri gösteriyor. Bu bir çelişkidir. Ancak bunu bütün boyutları ile konuşmalıyız. Bunu söylemek bana acı veriyor. Devrim bir bürokratikleşme evrimi gösteriyor, ulus-devlet refleksleri gösteriyor. Bürokratikleşmeyi anlamak mümkün değil ama ulus-devletleşmeyi anlamak bana mümkün geliyor. Ulus-devlet refleksi gösteriyor olmasını üzüntüyle karşılıyorum ancak bunun neden böyle olduğunu da devrim sonrası meydana gelen olaylara bağlıyorum. Devrim sonrasındaki olayları iyi anlayabilseydik bunu sorun haline getirmeyebilirdik. Ben bunun bir teamül, bir gelenek haline gelmemesini diliyorum. Ancak İran’a dayatılan çok yönlü kuşatma, İran’ı zaman zaman reel politik yapmaya mecbur bırakmıştır. Bir İslam Devleti de reel politik yapabilir ancak bunu ilke haline getirmemelidir.

Humeyni dönemi ile Humeyni sonrası dönemi karşılaştırırsak İran dış politikasında bir değişim olmuş mudur? İran rejimi, rejim ihracı politikasını tevhidi bir yönde mezhep gözetmeksizin devam ettirmiş midir yoksa bu politika Şii mezhepçi bir yöne mi gitmiştir?

İran çok büyük bir kültür ve uygarlığa sahiptir. Bugün, İran’ın Şiiliğe sıkıştırılmasını anlamak mümkün değildir. Burada bir kötü niyet var. Bu İran’ı mahkûm etmeye yönelik bir şey. O büyük medeniyeti mahkûm edemezsin çünkü İran şu an her alanda içerik üretiyor. Şiiliğin öne çıkarılması devrimin inkârına yönelik bir şeydir. Devrimin geçici olduğuna dair bir izlenim yaratma amacına yöneliktir. Şiiliğin öne çıkarılması bir emperyal projenin eseridir. İmam döneminde buna kimse cesaret edememişti. Çünkü İmam, gerçekten modern tarihte benzeri görülmemiş bir şey yapmıştır. Bunu, onu kutsallaştırmak anlamında söylemiyorum. Ben de İmam ile birkaç kez görüştüm, o içimizden birisiydi. Dokunulmazlığı olan birisi değildi, masum değildi. Bilakis masumiyet kavramının tartışılmasını tavsiye ediyordu. İmam hiçbir zaman takiyye yapmadı. Geleneksel Ahbari yöntemi tartışmaya açtı. Bugün Şiilik üzerinde yoğunlaşılmasının nedeni emperyal proje tarafından kuşatıldığımız ve buna karşı bir direnme kabiliyetimiz olmadığı içindir. Eğer kaygımız İslam olsaydı devrimin eleştirilmesine göz yummazdık. Ama burada da ulus-devlet refleksleri ortaya çıktı, mezhepçi bir karşı duruş ortaya çıktı. Mezheplerin çatıştırılması kolaydır. Sünni dünya hala devrimci bir dili hazmedebilmiş değildir. Bunun bir Şiilik icadı olduğu konusunda çalışmalar yapılıyor. İslam Devrimi modern tarihi sarsan en büyük olaylardan birisidir. Bu yüzden devrimci her duyarlılık engellenmeye çalışılıyor. Geçenlerde Malatya’da bir konferansta emperyalizmin sağcı ve muhafazakâr olanıyla bir sorunumuz yok, biz emperyalizmin solcu ve materyalist olanını istemiyoruz dedim. Biz de böyle zihinsel bir parçalanma, bir atalet, bir meskenet var. Biz kendi cümlelerimizi ifade edemeyecek kadar özgüvenini yitirmiş bir kültürün çocuklarıyız. Çünkü bir tarihin son birkaç yüzyılını hep maruz kalarak geçirdik. Maruz kalmak ne demektir? Maruz kalmak yetersizlikle ilgilidir, güçsüzlükle ilgilidir, içerik üretememekle ilgilidir, zihinsel ve ahlaki bağımsızlığı yitirmekle ilgilidir. Maruz kalmak bir irade ortaya koyamamakla ilgilidir. Bu sorunlarla yüzleşerek bu problemi aşabilirdik ancak biz bugün hala maruz kalmaya devam ediyoruz. Maruz kalan bir bünyenin ‘hangi mezhep?’ tartışması yapmak yerine önce kendini özgürleştirmesi gerekir. İmam’ın ortaya koyduğu irade bütün dünyada şaşkınlık uyandırdı. Mesela Kelim Sıddıki derdi ki devrimden önce biz İran’ı bilmiyorduk. Bu, utanç verici büyük bir itiraftır. Hâlbuki İran’daki felsefi üretim bütün dünyayı yakından ilgilendirmeliydi. Modern dünya bu şaşkınlığı üzerinden atamamıştı. İmam ile savaşılamayacağını gördüler. Çünkü İmam İslam’ın bağımsız bir iradesi olduğunu gösterdi ve çıplak elleri ile bir halk dünyanın 4. büyük ordusunu yenmeyi başardı. Bu müthiş bir şeydi. İmam ile uğraşmak zordu ancak Şiilikle uğraşmak kolaydı. Özellikle mezhep bağnazlığıyla malul bulunan toplumlar devrimle değil ama Şiilikle baş edebileceklerini düşündüler.

1982’de Hama’da olan olaylara dönersek, İran sizce neden Suriye Devleti’ne destek verdi de ayaklanmacıların yanında yer almadı? Sonuçta ayaklananlar İran İslam Devrimi’nden ilham alıyorlardı ve karşılarında da seküler bir Baas rejimi ile yönetilen bir devlet vardı. Sizce bunun sebebi ayaklananların tamamına yakınının Sünni oluşu mudur? İran orada mezhepçi bir yaklaşım mı sergilemiştir, reel politik mi yapmıştır?

Bu bir reel politik değildi. Çünkü İmam ve arkadaşları Hama ve Humus’ta Müslümanların karşı karşıya bulunmaları durumunu önceden istihbar ederek ve Suriye’de Müslümanları temsil ettikleri düşünülen otoritelerle görüşerek bir ayaklanma için henüz hazır olmadıkları konusunda onları uyarmışlardır.

O dönemde olaylardan birkaç yıl sonra Türkiye’de Davet Dergisi ‘Hama Olayları ve İran İslam Devrimi’ konulu birkaç sayı çıkarıyor. Bu sayılarda İran’ın neden Hama Olayları’nda ayaklananlara destek vermediği konusu izah edilmeye çalışılıyor ve zaten ambargo altında bulunan İran’ın iyi ilişkilere sahip olduğu Suriye ile aralarını bozacak adımlar atmamasının normal karşılanması gerektiği söyleniyor. Bu İran’dan çok İrancılık yapmak mıdır?

Bir İslam devleti yanlış tercihlerde bulunabilir. Dolayısıyla burada sorun şu olmamalıdır: Nasıl bir ifade bulalım da İran’ı aklayalım. Böyle bir noktadan hareket etmemek gerekir. İnsanların kalplerinde olanı Rabbimiz bilir. Ben Suriye ve İran ilişkilerinin mezhep mülahazası ile yürütüldüğünü düşünenlerden değilim. Çünkü gerçek İmamiyye metinlerinde Nusayrilik kınanan bir yorumun adıdır. Ancak şunu dikkate almak lazım ki İran benzeri olmayan bir yalnızlaştırma ile karşı karşıyaydı. Sadece Suriye’nin kapısı açıktı. Suriye’ye ihtiyacı vardı. Ancak Suriye’ye ihtiyacı olması demek devrim fikri ile bu kadar uzaklaşmaya izin verir miydi onu değerlendirmek mümkün olmayabilir. Şunu da eklemek isterim ki İran bütün yalnızlaştırma politikalarına rağmen yıllardır Hamas’ı finanse ediyor. Türkiye’nin Hamas’a romantik ilgisini aşan şeyler yapıyor.

Radikal İslam dememi mazur görür müsünüz, yoksa başka bir ifade mi kullanmalıyım?

Ben radikalizmin hakkını vermek gerektiğini düşünüyorum. Radikalizmin ucuz sloganlara atfedilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Radikalizmin romantik bir takım değerlendirmelere tabii tutulmaması gerektiğini düşünüyorum. Radikalizmin varoluşsal bir estetiği olduğunu düşünüyorum. Keşke bu estetiği somutlaştırabilmiş olsaydık diye hüzünleniyorum. Radikal olmakla ilgili bir rahatsızlığım yok.

O halde radikal İslam’a ne oldu? Düzenle barışan bir noktaya gelerek dönüştü mü? Yoksa varlığını sürdürüyor mu?

Bütünleşen radikal İslamcılık değildir. AK Parti iktidarı ile bütünleşen statükocu, gelenekçi, vatancı, mezhepçi, hizipçi unsurlardır. Ama şunu belirtmek gerekir ki radikalizm sayıların sorunu değildir, radikalizm niteliklerle ilgilidir. Radikalizm bugün de yarın da var olacaktır. Ama asıl sorun şudur: Radikalizm maalesef toplumsallaşamamıştır ve siyasallaşamamıştır. Radikal İslam hiç değilse kendini entelektüel anlamda kanıtlayabilirdi ama bunu başaramamıştır. Burada bir zaaf olduğu gün gibi aşikârdır. Ama daha vahimi AK Parti hinterlandı içerisinde kendilerini konumlandıranları bugün İslam’ın dili ile tanımlamak istediğimizde tanımlayacağımız bir konumda olduklarını belirtmek gerekir. Çünkü bu kesimlerin, yani hem kendilerini İslam’a nispet edenler ama aynı zamanda demokrasi, seküler kültür ve kapitalist kültürle de bütünleşenlerin, İslami anlamda kendilerini yeniden değerlendirmeleri gerekir. Bugün bizim kullandığımız ve İslam’a nispet ettiğimiz dil ne zamana ne de mekâna hitap etmiyor. Bugün bu bahsettiğimiz kesimler İslam’a değil ancak seküler ideolojilere eklemlenerek varlıklarını sürdürebiliyorlar. Eğer bir şeye eklemlenerek hayatınızı sürdürme ihtiyacı duyuyorsanız, siz kendiniz olmaktan çıkmışsınız, inançlarınızı ertelemişsiniz, her şeyi askıya almışsınız demektir. Bugün tüm bu kesimler sayılar yolu ile iktidarlarını sürdürüyorlar. Türkiye’de iktidar belki sayılardan meşruiyet alıyor ama kültürel iktidar seküler kesimlerin elinde bulunuyor. Buna nasıl tahammül ediyor İslami kesimler? Bunu nasıl hazmediyorlar? Bununla nasıl ünsiyet peyda ediyorlar? Bunu nasıl fark etmeden yaşayabiliyorlar? Namımız yürüsün diye değil, İslam’ı bu temsil ettiği için radikal olmamız gerekiyor. Böyle olmakla onurumuzu kazanıyoruz ve ancak bunun da çok tehlikeli olduğunu biliyoruz. Bunun bedelinin de neyi gerektirdiğini biliyoruz ve nitekim o bedeli de şu anda ödüyoruz. Çünkü iktidar denkleminin dışındayız, iktidara eleştirel bakıyoruz. İktidarın hasmı değiliz ama eleştirel dikkatimizi de muhafaza ediyoruz. İslami varoluş bugünün dünyasında ancak radikal olmakla mümkündür. Zaten İslamcılık demek İslam’ın bir özne olmasını sağlama mücadelesi demektir. İslam’ı sadece politik bağlama hapsetmekle alakası yoktur. O bir bütünlüğün ifadesidir ve bu bütünlüğü yeniden hayata kazandırma mücadelesinin adıdır.

O zaman Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidara gelişinden itibaren Radikal İslam’a getirisinden çok götürüsü olduğunu ifade edebiliriz.

Gayet tabii. Radikal olmak büyük bir mazhariyettir. Ilımlı olmak ise tanımı olmayan bir çürümeye mahkûm olmak demektir.

Tarikatlar ve tasavvuf hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Bunlar İslam’ın heterodoks yorumları mıdır, İslam’ın aslı mıdır, yoksa sapkınlık mıdır?

Şöyle izah edeyim; eskilerin söylediği bir söz var: “Geçmişte tasavvufun kendisi vardı, adı yoktu. Bugün adı var kendisi yok.” Ben bu görüşü paylaşıyorum. Peki geçmişte var olan neydi? Geçmişte tasavvuf diye bir akım mı vardı? Şöyle bir şekilde vardı; bir ahlaki derinlik yolu olarak vardı. Yani naslardan bağımsız bir tasavvuf yolu yoktu. Yani Kitab-ı Kerim’den ve sünnetlerden bağımsız bir tasavvuf yoktu. Bugün ise her biri bir din haline gelmiş tasavvuf okulları var. Yani Kuran’dan ve sünnetten bağımsızlar. Ben tasavvufu reddetmek yerine, bunun Kuran ve sünnet ışığında yeniden eleştirel bir çözümleme üzerine temellendirilmesi gerektiğini düşünenlerdenim.

Eserlerinizde sık sık entelektüel bir savaştan, modern ve geleneksel insandan bahsediyorsunuz. Ancak bu iki insan modelinin de belirli eksiklikleri var. Örneğin modern insan ‘ruhsuz bir akılcılıkla’ kısıtlanırken, geleneksel insan ise ‘akılsız bir ruhçuluk’ tarafından kısıtlanmakta. Bu dikotomi Celal El Ahmet ve Ali Şeriati’nin kendi toplumlarında gördükleri eksiklikleri tarif ederken kullandıkları kavramları çağrıştırıyor. Bu iki ismin fikir ve düşünce dünyanızda ne boyutta bir etkileri, katkıları vardır?

Şu anda bulunduğum noktadan hareketle size şunu söyleyeyim: Ben bir profesyonel değilim, bir profesyonel olarak yazmıyorum. Ben kendisini aziz İslam ümmetinin ki bugün İslam ümmeti diye bir gerçeklik olmadığı halde, parçası olan bir Müslümanım. Ümmetin yeniden gerçek olması mücadelesine katkıda bulunmak için yazıyorum. Bunun için de ümmetin bütün renklerine açığım. Bütün renklerinden ve bütün isimlerden hiçbir rahatsızlık duymadan yararlanıyorum. Aramızdaki farklılıkları bugün içerisinde bulunduğumuz ağır koşullar sebebi ile yargılamaya değil, bu farklılıkları ortaya çıkaran tarihsel nedenleri anlamak gibi bir çabaya ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla şu ya da bu yazar demek yerine onları besleyen damarlar neydi, hangi nedenlerle bu noktaya geldiler bunların bilinmesini istiyorum. Ben bir imam ailesinin çocuğuyum. Babamın yakın dostları vardı. Necip Fazıl Bey ile tanıştım, Necmettin Erbakan Bey ile tanıştım. Büyük Doğu’da yazı yazan en genç yazarlardan biri bendim. Necip Fazıl Bey ile seyahatler yaptım. Ancak o ümmetin önde gelen, çok nezih, mücahit ve mübariz ilim adamlarını tekfir ettiği andan itibaren orayı terk ettim. Çünkü tek yoruma, tek akla, tek üstada, tek yazara kapanmanın büyük bir hata olduğunun bilincindeydim.

Zaten Necip Fazıl’a yaptığınız bir eleştiri de onun Türkiye dışındaki kimseyi okumayın demesiydi.

Evet, o nedenle biz eleştirel bir dikkatle bütün dünyayı okuyun diyoruz. Bunun içinde elinizde tevhidi bir rehberiniz olsun. Bu Kuran’ı teknik anlamıyla ezberlemek anlamına gelmiyor. Türkiye’de hemen herkes teknik anlamda Kuran’ı çok iyi biliyor. Ancak bu yanlıştır. İran’da bulunduğum günlerde Ali Şeriati’nin eylemlerine ilişkin çok çarpıcı öyküler dinledim. Tüm eserlerini ve hayatını da okudum. Çoğu yerinde heyecanlandığım da olmuştur. Kimi noktalarda kendisini eleştirdiğim de olmuştur. Celal El Ahmet için de aynı şeyi söylemek mümkündür. İran’daki İslam felsefesi bağlamında yapılan çalışmalarım da olmuştur. Ancak bu ilgi, bu yakınlık, bu sıcaklık hiçbir zaman Şiiliği nihai bir tercih olarak görme noktasına gelmemiştir. Çünkü ben kendimi bütün mezheplere karşı eşit noktada hisseden birisiyim. Hiçbir zaman hangi mezhepten olduğum benim için tayin edici bir şey değildir. Hep şunu düşünürüm: İlmi meşruiyet sahibi olsaydım ve bir mezhebe ihtiyacım olmasaydı. Kimseyi kategorize ederek değerlendirmiyorum. Örneğin Seyyid Hüseyin Nasr’a yönelik ciddi eleştirilerim vardır. Fakat onun aynı zamanda gerçek bir ilim adamı olduğunu ilmi meşruiyet bağlamında düşündüğüm için kimi durumlarda, özellikle de bir irfan okuluna ilişkin görüşlerde bulunmak için, ondan yararlanılabileceğini düşünürüm. Halbuki ona yönelik çok yoğun eleştirilerim vardır.

Vakti kuşanmak diyorsunuz, yanı zamanın bilincine varmak. Küreselleşmiş bir dönemde bireylerin dine olan bakış ve duruşları özden kopmuş denilebilir belki ve bu bireylerden öze dönmeleri bekleniyor. Küreselleşme geri alınabilecek gibi bir şey değil. Bu sebeple bireyleri öze dönmeye çağırmak yerine; dini, özünü bozmadan küreselleşme çağına uyarlamak, yani İslam’a vakti kuşandırmak mümkün müdür?

Zaman zaman Mehmet Akif’i ‘Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı” dizesinden dolayı sorgulayan entelektüellerimiz var. Bense bunun oldukça masum bir talep olduğunu düşünenlerdenim. ‘Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı” asrın idrakine teslim olmalıyız anlamına gelmiyor. Asrın idrakine boyun eğmeliyiz anlamına gelmiyor. Asrın idrakinin dikkatini çekmeliyiz. Mesela bugün hiçbir Müslüman entelektüel, yazar veya şair 21.yüzyılın dikkatini çekecek bir şey söylemiyor. Çünkü herkes kendisini bir zihinsel hapishaneye kapatmış durumda. Eğer böyle yaşamaya devam edersek bizim ne bugün ne yarın ne de öbür gün insanlığa, ümmete söyleyecek hiçbir şeyimiz olmayacak. Daha çok sömürülmeye müsait olarak kalmaya devam edeceğiz. Bu yüzden vakti kuşanmak, bugünün dinamiklerine ilişkin çözümlemeler yapmayı icap ettirir. Bugünün dinamiklerine ilişkin çözümlemeler yapmak demek bugünün dinamiklerini kutsallaştırmak anlamına asla gelmez. Eğer zamanın farkına varmazsanız zaman sizi sürükler. Biz sürükleniyoruz.

12 Aralık 2014 tarihinde Yıldırım Beyazıt Üniversitesi’nde katıldığınız bir söyleşide şöyle demiştiniz: ‘Toplum İslam’ı kendi içinde yaşamaya maruz bırakılıyor, bunu kamusal alanda yapamıyor.’ Buna sebep olarak da neo-liberalizmi göstermiştiniz. Adalet ve Kalkınma Partisi döneminde bu sorun çözülebildi mi?

Neo-liberal dünya görüşü, medya aracılığı ile İslami dilde fuhşiyat ve münkerat olarak tanımlanan her şeyi kamusal alana yansıtmayı başarmıştır. Bugün hiçbir sapkınlık gayri meşru olarak görülememektedir. Fuhşiyat ve münkerat kamusal alanda görünür kılındığı halde İslam görünür kılınamamıştır. Çünkü biz bugün İslam hukuku ile amel edemiyoruz. Seküler bilginin iktidarı tarafından araçsallaşmış bulunuyoruz. Ontolojik ve epistemolojik bir emperyalizme maruz bulunuyoruz. Bu varoluşu seküler anlamda açıklamak zorundasınız demektir. Yani bilgiyi ve varlığı ilahi güce nispet etme özgürlüğüne sahip değilsiniz. Seküler hukuk, seküler ekonomi, seküler siyaset, seküler bilgi… Peki, İslam nerede? İslam sadece bir folklor olarak var. Bu ülkede Müslümanların sadece cami inşa etme özgürlükleri vardır. Bilinç inşa etme özgürlüğü yoktur. Bizim İslam’ı talep etme özgürlüğümüz yoktur. Bugün Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanı biz İslam’ı istiyoruz diye bir cümle kuramaz.

Yine aynı söyleşide İslam dünyasının düşünmeden ve sorgulamadan kendilerini üstatlarına hapsettiklerini söylemiştiniz. Humeyni’nin de bu anlamda putlaştırıldığını söyleyebilir miyiz?

İmam Humeyni efsaneleştirilmiş, masum telakki edilmiş birisi değildi. Bugün İran’daki taklit müessesesi toplumun Şii bağlamda da her şeyi sorgulamasına imkân vermiyor. Radikal bir duyarlılık taklidin yerine tahkiki koyar. Zaten İmam’da taklidin yerine tahkiki koyduğu için Gulat-ı Şia tarafından mahkûm edilmiştir. Mesela ben Kum’da çeşitli medreseleri ziyaret ettiğimde oradaki çok tanınmış ulema bana şunu söylemişlerdir: ‘Ağa’dan ne haber? Ehl-i Sünnet olmuş.’ Dediler. Ondan rahatsızdılar. Burada sorun şudur: İslam dünyası toplumları bugün bir taraftan hem Şii hem Sünni geleneğin baskısı altındadır. Bir taraftan modernitenin baskısı altındadır. Ben bunlara geleneğin ve modernitenin tiranlığı diyorum. İslam dünyası geleneği bütünüyle reddetmeden, moderniteyi de sadece ideolojik klişelere hapsetmeden anlamaya çalışarak, büyük bir entelektüel ve zihinsel hesaplaşma içerisine girerek her iki taraftan kaynaklanan sorunları çözebilirler.

"

http://atasoymuftuoglu.net/atasoy-muftuoglu-ile-iran-islam-devrimi-uzerine-konusma-16-01-2015/

"