Söyleşi

"DÜŞÜNCENİN OKULLAŞMASI" ÇALIŞTAYI*

(27 EKİM 2018-ANKARA)

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16

Mesela bizde bugün, el an şimdi, İktibas camiası da dahil olmak üzere (İktibas camiası derken, yaptığım vurguya açıklık getireyim: İktibas camiası öteden beri eleştirel bir zeminde konuşuyor, ben bunu çok önemli buluyorum. Çünkü geleneğimiz tabii eleştiriye karşı da çok mesafeli, çok sorunlu, hatta patalojileri var, eleştiriye yönelik patalojileri var) bu Avrupa merkezci bilginin, dokunulmaz kılınan bilginin ırkçı, sömürgeci ve ideolojik karakteriyle ilgili sistematik bir yapı-söküm çalışması yapılmamıştır. Münferit çalışmaları kastetmiyorum. Bir okul, ekol bağlamında konuştuğumuz için bunları söylüyorum. Dolayısıyla böyle bir ekol olmadığı için bir özgüven de yok, çok ürkek konuşuyoruz, yani böyle çok dolaylı konuşuyoruz.

Ve yine fark edemediğimiz bir başka şey var: bugün özellikle siyasal anlamda, askeri anlamda sürdürülen emperyalizmi haklılaştırmak için, zaten hiç kimsenin ahlaki, hukuki gerekçelendirmeye ihtiyacı yok, ideolojik haklılaştırmanın bütün malzemeleri modern kavram ve kurumlar. İstisnasız, hiçbirisi masum değil. Eğer başka türlü olsaydı bunu burada tartışma konusu yapmazdık, çünkü Müslüman olmak demek bütün bir dünyada, bütün bir tarihte ortaya çıkan her türlü bilgiyle yakından ilgilenmek, alışveriş yapmak demek. Çünkü İslam’ın ikinci yüzyılında biliyorsunuz kozmopolit bir üst kültür vardı ve ben bunun çok önemli, çok hayati olduğunu düşünenlerdenim, bugün de aynı şeye ihtiyacımız olduğunu düşünenlerdenim, İslam’a yakışan da oydu. Kozmopolit üst kültür oluşturarak bütün kültürlerle konuştuk, bütün kültürlerle alışveriş yaptık. Yani İran’la konuştuk, Çin’le konuştuk, Hint’le konuştuk, Bizans’la konuştuk, Yunan’la konuştuk, alışveriş yaptık, kendi bünyemize uygun olanları aldık, onların bünyesine uygun olanları verdik. Bugün hiçbir şey üretmediğimiz için dış etkiye çok açığız, biz artık etki üretmiyoruz, her türlü etkiye açık bir bünye var ve bu, o içeriden maruz kaldığımız saldırılarla çok yakından alakalı, o bizi çok güçsüz ve takatsiz bıraktı. Dünya vizyonunu ve misyonunu o içe dönük şeyle kaybettik. Yani içe dönüp geçmişe kapandığımız gün dünya misyonunu ve vizyonunu kaybettik. O günden beri dünyaya söylediğimiz hiçbir şey yok. Ve bugün kullandığımız dil hiç kimsenin umurunda bile değil. Bu dilin, behemahâl bu katkıları çoğaltarak (bu bir katkıdır, yani KÜRŞAD ATALAR’ınki bir katkıdır, mütevazı bir katkıdır), gözden geçirilmesi gerekiyor, ama arz ettiğim gibi bu düşüncenin okullaşmasından önce düşüncenin özgürleştirilmesi, bilginin özgürleştirilmesi yoluyla etkinleştirilmesi gerekiyor. Bu kavramsal çerçevenin masum olmadığını (Batı’yla kavga etmek için söylemiyorum), bu kavramların sömürgeciliğin ve emperyalizmin hizmetinde olan kavramlar olduğunu, bugün sömürgecilik ve emperyalizmin bu kavramlar aracılığıyla kendisini haklılaştırdığını görmemiz gerekiyor. Bugün bu ontolojik diktatörlük, bilgi imparatorluğu halinde (belki daha önce de söylemiş olabilirim, aramızda takip eden arkadaşlarımız vardır, Vinay Lal’in Bilginin İmparatorluğu kitabında ifade edildiği gibi) hepimize vaziyet ediyor. Ve biz daha çok bu dışarıdan tayin edilen çerçevenin sınırları içinde ne kadar Müslüman olmak mümkünse o kadar Müslüman oluyoruz.

Burada bir şey daha arz etmek istiyorum; yine dikkatinizi çekmiş olabilir, bu Spivak Hanımın bir makalesi biliyorsunuz yıllarca önce çok konuşuldu, postkolonyalist okul tartışmaları bağlamında. Soru şuydu: “Madun konuşabilir mi?” Madun konuşamaz. Çünkü madun paradigma savaşlarını kaybetmiştir. Şimdi Batı merkezci dil, bilgi, dünya görüşü kendisini Batı dışı dünyaya kendi değer sistemiyle dayattığı günlerde, o paradigmaların kutsandığı, takdis edildiği dönemde, yani 17. yüzyıl Osmanlı hinterlandı içindeki tartışmalara baktığımızda, bu bünyenin dünyada ne olup bittiğine ilişkin çok ciddi bir müşahede içinde bulunmadığını görüyoruz, daha çok içe yönelik tartışmalar var. Ve daha çok ayrıntılara maruz kalmış bir bünye bu, ayrıntılar tarafından felç edilmiş. Paradigmalar nedir, yani bu kutsanan, dokunulmaz kılınan şeyler neler, bunun ayırdında değil.

Şimdi bizim bu bünyemizin hala çok ciddi patolojileri var. Mesela bugün Türkiye’de örneğin bir Osmanlı nostaljisi devlet eliyle, devlet aracılığıyla, yeniden diriltilmek isteniyor; televizyon programları aracıyla bir tarih yaklaşımı oluşturulmak isteniyor ki bu çok vahim bir gelişmedir. Türkiye’de zaten biliyorsunuz ezan, bayrak, yerli ve milli; dört sözcükle siyaset yapılıyor. Türkiye gerçeklerle yüzleşebilecek kadrolara sahip değil. Gerçeklerle yüzleşecek kadrolara sahip olmadığı için hamaset yapıyor. Hamaset, günü kurtarmaya yarıyor, popülizm ve hamaset günü kurtarmaya yarıyor. Şimdi 17. yüzyılda zaten dünyanın seküler anlamda o paradigmalar yoluyla nasıl fethedilebileceğini görüyorsunuz. Bünye fethedilmeye açık ve fethedilmiş zaten, fethedilmiş. Mesela şu anda biz kapitalist, seküler, neoliberal bir Türkiye’de yaşıyoruz. Bu kapitalist, seküler, neoliberal dünya görüşü ve hayat tarzı, kavramsal çerçeve belirliyor gündelik hayatımızı, pratik hayatımızı. İslam’a sadece bireysel vicdanda yaşama özgürlüğü var. Onun dışında hiçbir şeye sahip değil, İslam’ın hiçbir hükmü özgür değil, fakat buna işaret eden hiçbir uyarı yok, yine sistematik anlamda yok. Bu açıdan evvela düşüncenin, bilginin, dünya görüşünün, hayat tarzının bir bütünlük içinde özgürleştirilmesi tartışmasının (kamusal bilinçte yansıması olacak şekilde, yoğun bir şekilde) gündeme getirilmesi için hepimizin bu mütevazı katkılarımızı sunmamız gerekiyor. Bunun için de ortak hassasiyet zeminini kaybetmememiz gerekiyor. Aynı sözcüklerle düşünmüyor olabiliriz, ama dayanışmaya çok özen göstererek (çünkü “tarihin sonu” konusunda ısrar edenler bu tabloyu gördükleri için burada ısrar ediyorlar) bizim, bu topluluğun “bir seçenek var, bu İslam’dır” söylemini, bir slogan halinde değil, 21. yüzyılda konuşulabilir hale getirecek somut bir programa dayandırmak suretiyle ortaya koyması pekâlâ mümkündür.

Yolunuz, gönlünüz, ufkunuz, bilinciniz açık olsun arkadaşlar.

LEVENT ÇAVUŞ- Minik bir şey sorabilir miyim? Bilgi meselesine dair yaptığınız tespitte modernitenin etkisi dolayımından bu değerlendirme yapıyor olma riskimiz var mı?

ATASOY MÜFTÜOĞLU- Biliyorsunuz bu konuyu, yani bilginin İslamileştirilmesi meselesini İsmail Raci Faruki gündeme getirdi, Allah ona rahmet etsin. Fakat o kadar yoğun bir entelektüel baskı altındayız ki halen, örneğin tarihte belki benzeri görülmeyecek ölçüde bir demokrasi sefaleti yaşanıyor şu anda her yerde. Demokrasi korkunç bir bayağılık sistemi. İçinde demokrasi sözcüğü geçmeyen bir cümle kuramıyoruz, biliyor musunuz? Yani bugün müthiş bir paradigma ve referans kaynağı demokrasi. Biz bugün demokrasiye maruz kalıyoruz, bütün insanlık, bugün demokrasinin felaketlerine maruz kalıyor. Şimdi bu entelektüel baskı sebebiyle Faruki’nin çok değerli arkadaşları, bu fikre inandıkları halde bunu kamusal bilince yansıtacak cesareti, özgüveni ortaya koyamadılar. Çünkü hepimiz bir şekilde buna maruz kalıyoruz; hani diyorlar ya bize: “siz yönetemezsiniz, yani Müslümanlar yönetemez, onun için neoliberal demokrasinin zaferini ilan ediyoruz, tarihin sonunu ilan ediyoruz, seçenek yok.” Gerçekten de bugünkü tabloya baktığınızda bu kültür, bu dil yeni bir şey üretemez, dolayısıyla bilgiyi o sözünü ettiğim ırkçı, sömürgeci, kolonyalist bilginin yerine (yerine değil hatta buna insanlığın ihtiyacı olduğu için) İslami bilgiyi koymak gerekiyor. Yoksa moderniteye bir cevap sadedinde falan değil.

Ama bu arada hatırlanması gereken bir başka şey daha var; bugün modernite karşısında bile Müslümanlar o entelektüel baskıyı, felsefi baskıyı bir yapı-söküme uğratabilmiş değiller, hatta eleştirel bir değerlendirmeye tabi tutmayı başarabilmiş değiller. Modernitenin de bir proje olduğu gerçeğinden hareketle bir çalışma pekâlâ yapabiliriz. Ama ben olayın bu ikili karşıtlıklara göre kurulmaması gerektiğini düşünenlerdenim. Çünkü Müslüman olmamız, bütün bu insanlıkla, bütün kültürlerle konuşabilecek bir liyakate sahip olmamızı gerektiriyor. Doğu-Batı karşıtlıkları çok yeni, modern zamanlarda icat edilen karşıtlıklar. Dolayısıyla Batı’da da iyi şeyler olmuş olabilir, eğer bunlar ırkçı ve sömürgeci olmasaydılar biz böyle bir alışverişte bir sorun olmadığını düşünüyor olacaktık, vesselam.

TARIK ÖZKAN- Sağ olun abi, teşekkürler.

İsterseniz bu taraftan Ümit Bey’le devam edelim. Ümit abi, sürenizi başlatıyorum.

ÜMİT AKTAŞ- Teşekkür ediyorum gerçekten, yani hem önemli bir konu bunu tartışmak, hem hakikaten pek uzun süredir yapılmayan bir şey, yani bu kadar şahsın bir araya gelmesi, bir ortak konu etrafında konuşması, müzakere, bunlar çok iyi şeyler. İnşallah başka vesilelerle devamı gelir.

Hemen konuya giriyorum. Metin üzerinden gideceğim, bazı geniş alıntılar var, okuduğunuzu varsayarak onları çok geniş bir şekilde nakletmeyeceğim, sadece kendi düşüncelerimi söyleyeceğim.

Şimdi başlangıçta düşüncenin bir gelişim evresi izlediği söylenmekte. Zamanla ortaya çıkıp gelişip daha sonra zevale uğradığı söylenmekte; bu tabii bir görüş, ama organizmacı/tarihsici bir görüş. Hani bu çok da tartışılmış bir görüş değil. Özellikle İbn-i Haldun’dan sonra gerçekten “böyle bir kader mi var, bu kaderi aşmak mümkün mü?” meseleleri çok da tartışılmış değil. Özellikle Osmanlı aydınları, Osmanlı’nın zevali meselesini enine boyuna tartışmış değiller. Sadece bir görüş bu ve bunu aşmak elbette ki mümkün. Yani neden böyle oluyor, toplumlar neden zevale uğruyor, illa zevale uğramak zorundalar mı? İnsan bunu yaşıyor da bir düşünce veya bir medeniyet veya bir olgu için bu neden bir kader olsun, organik olmayan bir şey niçin organikmiş gibi davransın meselesinde bunu irdelemek lazım. Bu noktaya düşmemenin yolu bence hani mesela “bizi bu noktalara getiren nedir?” diye sormak olabilir. Tutuculaşma veya geleneğin ağır basması, iktidarın topluma karşı baskınlığının toplumsal üretkenliği geriletmesi, iktidar kibri, çıkarları ve tahakkümü veya her tür tahakküm. Düşünsel özgürlüklerin, yeni düşüncelerin üretilemeyeceği bir biçimde kısıtlanması, toplumsal yozlaşmalar nedeniyle düşüncenin, ilmin ve eleştirelliğin itibarsızlaştırılması gibi etkenlerle bu zevalin yaşandığını düşünüyorum. O nedenle bu mevzuları aşabilirsek, herhalde o anlamda bir zeval de söz konusu olmaz diye düşünüyorum.

Kuşaklardan söz edilmekte: Afgani, Abduh, Mevdudi, Kutup vs kuşaklarından. Tabii ilk dönemin bir ölçüde savunmacı dili eleştirilmekte. Ben bunu çok abes görmüyorum. Yani Afgani, Abduh kuşağının çok fazla yapacağı bir şey yoktu. Şimdi bizim durduğumuz yerden onları eleştirmek mümkün, eleştireceğiz de, bunda da bir sakınca yok, ama o günün zor şartları içerisinde o durumlar biraz kaçınılmaz gibi geliyor bana. O nedenle evet eleştirelim ama bu da çok acımasız bir noktaya gitmemeli diye düşünüyorum. Çünkü Afgani ve Abduh, açtıkları izlekler umursanmaksızın ve hatta o izleklerde yol alındığı halde, neredeyse her gelenin tokatlamaya çalıştığı iki önemli şahsiyet. Aslında hiç de bunu hak etmiyorlar, çok önemli bir başlangıç yaptılar çünkü. Daha sonra Mevdudi ve Kutup. Özellikle Mevdudi’nin Dört Terim içerisinde ortaya koyduğu düşünceler, bunlar bizi çok etkiledi. Ama neden etkiledi, neden mesela Mevdudi bizi çok etkiledi, ama Hindistan’da bir Gandi, Ebu’l Kelam Azad veya Abdulgaffar Han’ın yaklaşımları bizi etkilemedi? Veya Mevdudi ve İkbal’in Pakistan tasarımını neden onayladık da, bu az önce zikrettiğim isimlerin bu tasarıma karşı çıkışları üzerinde durmadık? Çünkü modernlik tam da bunların talebiydi, yani Hindistan’ın bölünüp bir Pakistan ulusallığının icat edilmesi bence tam da modern, homojen bir ulus yaratma düşüncesinin (bu isterse Müslüman bir ulus olsun) sonucuydu. Ama biz nedense Mevdudi’den etkilendik, öteki etkilerden biraz uzak kaldık. Biraz bu mesele, Pakistan projesinin sorunluluğu da irdelenmeli. Çünkü bu sadece Pakistan’la ilgili bir şey değil, bütün İslam dünyası şu anda aynı sorunla cebelleşiyor. Yani arındırmacı bir ulus yaratma ve bunu koruma çabasıyla. Peki, o karmaşık toplumları nereye kadar arındıracaksın? Bunun da sonu gelmiyor tabii bir türlü. En azından Türkiye bile bu konuda iyi bir örnek! Yani işte etnik, kültürel, mezhebi arındırmacılık vs. Ve aktif enerjimizin büyük kısmı da maalesef buna harcanıyor.

Öbür taraftan yeni bir kuşak, yani Erbakan ve Humeyni, daha sonra Aliya ve Gannuşi’nin olduğu yeni bir kuşak var. Burada tamam Humeyni’nin devrimci kişiliğine karşı Erbakan’ın demokratik bir hareket, girişim içerisinde bulunması, onun ötesinde Aliya ve Gannuşi’nin doğrudan demokratik bir yönetim biçimi ortaya koymaları, ellerindeki imkânı bu şekilde değerlendirmeleri ve hatta laik bir biçimde değerlendirmeleri söz konusu. Bu düzlemde de düşünmek lazım diyorum. Olumlu ve uygulanabilir modellerin üretilememesi karşısında bunların demokrasiye yönelmelerini, hemencecik bunları gözden çıkaracağımız bir bahane olarak görmemek gerektiğini düşünüyorum. Çünkü şayet biz olumlu bir örnek ortaya koyamayacaksak, demokrasi kötü de olsa bir tercih oluyor, aksi ise dikta yönetimlerine kalıyor, buysa asla tercih edilmeyecek bir şey. Ama maalesef İslam dünyası büyük ölçüde bunu tercih etmiş veya buna maruz bırakılmış durumda. Biz hani demokrasi için zaten hep kötünün iyisi falan derken (Yunan düşünürlerinin de bu yönde tanımı vardır), bu kötünün iyisinden kaçınalım derken, hep kötünün kötüsüyle yönetiliyoruz, yani birkaç tane ülkenin dışında İslam ülkelerinin hepsi diktayla yönetiliyor. Diktayla yönetilen bir dünyada, Aliya ve Gannuşi’nin çabaları (artık buna kaçış mı diyelim, başka bir şey mi bilemiyorum ama bir kaçış bile olsa), bir tür gerekçesi olan yönelimlerdir, çünkü daha iyisini üretemedik. Evet, konuşuyoruz, mevcudu beğenmiyoruz, tarihi eleştiriyoruz, ama örneğin bir hilafet meselesi üzerinde bile ciddi bir şekilde düşünmedik. Nedir hilafet yani? Bir yönetim biçimi midir, nedir? Monarşizmi allayıp pullayıp hilafet diye savunuyoruz. Bununla da ciddi bir şekilde hesaplaşmış değiliz. Ondan sonra diyoruz ki, demokrasi kötü bir şey. Biz bu hesaplaşmayı yapmadan demokrasiye kötü deme hakkına sahip değiliz diye düşünüyorum. Şûra yönetimi diye bir yönetim tarzı Ömer bin Abdülaziz tarafından zikredilmiş bir kere sadece; bin kaç yıl öncesinde, ondan sonra hiç kimsenin ağzından çıkmış mı böyle bir şey? Ama Batılılar iyi-kötü kendilerine göre bir tecrübe ortaya koymuşlar, biz ise koyamadık, açıkça bunu söylemek lazım.

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16

©2023 - Düşüncenin Okullaşması. Tüm Hakları Saklıdır.