Söyleşi

"DÜŞÜNCENİN OKULLAŞMASI" ÇALIŞTAYI*

(27 EKİM 2018-ANKARA)

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16

Bir de Gazali’nin ihyacı çabası ile ilgili bir yaklaşım var, yani yenilenme ile ilgili. Doğrusu Gazali deyince epeyce sıkıntıya giriyorum, ama bilmiyorum belki çok tepkisel bir tutum benimkisi. Bu metinde örnek olarak verilmesi de beni şaşırttı açıkçası. Çünkü Gazali çok da olumlu bir örneklik ortaya koyamadı. Evet, filozoflarla hesaplaştı, bu güzel bir şey. Ama şimdi de Batı’yla, yani moderniteyle hesaplaşırken onun yolunu mu izlemeli? Veya Gazali döneminde filozoflarla hesaplaşmanın doğru yolu Gazali’nin izlediği yol mu olmalıydı? Evet, bu yapılmalı, ama Gazali’nin yaptığı gibi mi olmalı? Gazali’nin derdi aslında filozofları eleştirmek değil. Zaten eleştirmedi de; küfürle suçladı onları, tekfir etti. Şimdi küfürle suçlamak başka bir şey, eleştiri başka bir şey. Atasoy hocam da değindi buna; eleştiri nedir, eleştiri nasıl yapılır, bunları bilmiyoruz. Hakikaten bizim geleneğimiz tekfir geleneği; suçlama, töhmet altında tutma, vs. Biz İslam’ı öğretmeye bile elfaz-ı küfürle başlıyoruz. Eleştiride ise biraz mesafe olması lazım. Mesafe duygumuz yok, bizde ak ve kara var; gri ya da ara alanlar yok. Gazali de filozofları eleştirmek yerine onları küfürle suçlama yoluna gitti. Elbette ki eleştirilerinde haklılık yönleri bulunmakta. Bunlarla ilgili bayağı uzun bir makale yazmıştım ben de vakti zamanında. İşin eleştirel tarafına bir şey demiyorum. Ama muarızlarını küfürle suçlayacak bir haklılıkta görmüyorum onu. Zira tam da orada mesele siyasal bir hesaplaşmaya ve hatta onu da aşan bir mecraya girmekte; bu, bir. İkincisi; düşünce insanı karşısındakileri küfürle suçlamaz, eleştirir, bu eleştirinin de bir yolu yordamı vardır. Gazali ne kadar Müslümansa, o filozoflar da o kadar Müslüman. O filozoflar ne kadar kâfirse, Gazali de o kadar kâfir. Buradan nereye çıkacağız, bu bir yöntem değil, miras bırakılacak bir yöntem değil, izlenecek bir yol ve yordam değil. Ve bugün eğer birtakım sıkıntıların içine girmişsek, büyük ölçüde vebali orada. Bu tür bir geleneği, anlayışı başlatan veya meşrulaştıran kişilerden birisi Gazali.

Gazali aslında Nizamiye okullarının Rektörü/Müderrisi olarak konuşmakta. Nizamiye okulları, kendi öncesindeki Ezher, Kurtuba, Palermo vs. gibi okullar kadar (görece de olsa) özerk okullar değil. Nizamiye medreseleri, Selçuklu sultanlığının ürettiği ve Sünniliği devlet ideolojisi yapmaya çalışan okullar serisinin ismi. Kendisinden sonra bütün İslam dünyasındaki okullaşmayı belirleyen Nizamiye okulları, medreseleri, üniversiteleri, her ne dersek diyelim. Gazali, buranın başındaki kişi. Hepimiz biliyoruz bunları gerçi, ama bir kere daha söylemiş olalım; Selçuklular Hanefi, ama Nizamülmülk Şafii, Gazali Şafii. Neden? Oysa ihya için uygun örnek bence Ebu Hanife olmalıydı. Çünkü Ebu Hanife ihyacı birisi, ama Gazali reaksiyoner birisi. Hatta reaksiyonerliği kime karşı? Doğrudan Ebu Hanife’ye, onun yöntemine karşı. Yani Şafii’den başlayan, Eş’ari’ye doğru giden, rey mektebine, ihyacı mektebe karşı reaksiyonun simgesel isimleri bunlar ve bunları taçlandıran isim de Gazali. Dolayısıyla hakikaten Gazali’nin burada bir örnek olarak, ihya için bir örnek olarak zikredilmesi doğru değil. Tam tersine, Gazali’yle İslam dünyasının ciddi bir şekilde hesaplaşması lazım. Çünkü Gazali felsefeye hücum ederken sadece felsefeyi çöpe atmadı; eleştiriyi, düşünceyi de çöpe attı. Daha sonrasında İslam dünyasındaki her şey mistikleşti. Bilim artık sezgiyle yürütülür oldu; düşünceyle, akılla, deneyle değil. Bilimin öncüsü sezgilerimiz oldu; rüyalarımız, masa başı çıkarımlarımız oldu vs. Ve bunun da ötesinde bir âlim, bir aydın olarak baskıcı bir iktidarla işbirliği yapması, iktidarın bir ajanı olarak davranması da asla affedilebilecek şeyler değil. Bu konuda örnek aranıyorsa, Ebu Hanife iktidara karşı nasıl durulurmuş, nasıl mesafe alınırmış, nasıl tavır konulurmuş, hakikat nasıl savunulurmuş… Bunun örnekliğini ortaya koyan şahsiyettir Ebu Hanife. “Sivil” kelimesini nasıl anlamak istersiniz, bilemem, ama gerçekten sivil bir inisiyatifin temsilcisi ve sözcüsü olarak hem âlim, hem fakih, hem düşünce insanı, hem aktivist, ne dersek diyelim, bütün bunların temsilciliğini yapan kişidir Ebu Hanife. Ama maalesef, daha sonra bakıyoruz, Maturudi’nin Tevilat’ında bile şaşırtıcı üslup ve yöntem kaymaları var. Tevilat, Eşarilikle, Şafiilikle değil Mutezile’yle hesaplaşıyor. Ne oldu ondan sonra? Maturidilik de Eşariliğin inisiyatifine giriyor, Mutezile ise şeytanlaştırılmakta zaten ve dolayısıyla meydan tamamıyla Şafii, Eş’ari inisiyatifine kalmakta. Ve hakikaten filozoflara karşı başlatılan bu saldırgan tutum maksadını oldukça aşarak, felsefeyle birlikte düşünceyi ve bilimi de geriletti diye düşünüyorum.

Bu bahsi geçiyorum.

“İyiliği emreden, kötülükten men eden” cümlesini bence farklı bir şekilde anlamak lazım; bu terkibi ara-sıra yazıyorum, bence “iyiliği işleyen, kötülükten uzak duran” veya “iyiliği savunan, kötülüğe karşı duran” gibi (bir iktidar vezni içerisinde değil de bireysel sorumluluğumuz açısından bakarak) çevirmek, anlamak, anlatmak daha doğru olur diye düşünüyorum.

“İslam geleceğin ideolojisi olacak” denmiş; İslam’dan ideolojiler üretilebilir tabi ama doğrudan doğruya İslam’dan ideoloji olarak söz etmeyi doğru bulmuyorum açıkçası. Ama İslam’dan elbette ki birtakım ideolojiler üretilebilir. Sonuçta Eşarilik de bir ideolojidir, Hanefilik de bir ideolojidir, mezhep olarak tanımlıyoruz ama sonuçta bunlar ideolojiye yakın anlam da taşımaktalar.

Bir de şu meseleye değineceğim: “Müslüman, insan eylemlerini tanımlama ve değer biçme noktasında modernitenin en merkezi kavramı olan özgürlüğün, tam da insan eylemlerini tanımlama ve değer biçme noktasında İslam’ın en merkezi kavramı olan ibadetin zıddı olduğunun da bilincinde olmalıdır” demiş Kürşad hocam. Ben sonuçta özgürlük eleştirisine ve hatta reddine dayanan bu yaklaşımı da doğru bulmuyorum. Bu, zaman zaman tabii ki çeşitli vesilelerle yapılıyor. Haklı gerekçeleri olabilir, ama bir kere özgürlük ibadetin zıddı değildir. Tam aksine, ancak özgür olanların ibadeti makbuldür diye düşünüyorum veya ibadet edenler her halükârda özgürdürler. İbadet ise, akıllarımızda ve geleneğimizde nasıl tortulanmış olursa olsun, Allah ile birlikte çıkılan bir yolculuktur. Dolayısıyla pasif bir yakarma ve tapınma tutumundan ziyade aktif bir faaliyetler bütünüdür. Eylem, söz, amel, düşünme, üretme, yapma ve yaratma da dahil olmak üzere hepsi ibadetin kapsamına girer. Özgürlük kavramının farklı ideolojik yaklaşımlarla kirletilmiş olması yüzünden bu kavramı çöpe atmamak gerekir.

Barış kavramı da bunun gibi mesela. Şimdi barış dediğimiz zaman hemen “ne barışı, barış nedir?” falan gibi cümlelerle de karşılaşabiliyoruz. Barış gibi kutsal bir kavram neredeyse terörizmle eşanlamlı bir biçimde anılır oldu. Kaldı ki “İslam, özgürlüğünden vazgeç ve Müslüman ol” gibi bir şart da koymaz, koyamaz. Allah’a teslimiyet özgürlükten vazgeçmek değil tam aksine özgürleşmek anlamına gelir. Özgürlük kavramını keyfilikle veya serbestlikle karıştırmamız, bu kavrama karşı olumsuz yaklaşımların çıkış noktasıdır. Oysa özgürlük, temelde sorumlu olmanın olmazsa olmaz koşuludur. Yani ancak sorumlu olanlar özgürdür ve ancak özgür olanlar sorumludur diyorum.

Teşekkür ederim.

TARIK ÖZKAN- Allah razı olsun. Evet, Hayri Hocam, sizinle devam edelim.

MEHMET HAYRİ KIRBAŞOĞLU- Selamun aleyküm.

Akademisyen hastalığı hemen nüksetti, kendim de fark ettim kendime döndüğümde, şimdi böyle sistematik konu başlıkları başka neler olabilir “düşüncenin ekolleşmesi” gibi bir ana başlık altında diye düşündüğümde, neredeyse 30’a yakın alt başlık çıktı. “Böyle bir ana başlık altında neleri tartışmalıyız?” sorusuna belki cevap olarak bu alt başlıkları kısa kısa açıklamalarla zikretmekle yetineyim ben.

Önce bu toplantının karakteristiği olarak şunu belirtmek lazım. Burası gördüğüm kadarıyla eleştirel, muhalif ve yeniliklere açık bir platform. Bu diğer düşünce üretimi peşinde koşan başka sosyolojik yapılardan farklı, bu önemli bir husus.

Ankara’daki başka gelişmelerle de örtüşen bir yönü var. Biliyorsunuz ilahiyat camiasında da Ankara İlahiyat’ın benzer bir pozisyonu var. Hatta işte literatürde yavaş yavaş Ankara Okulu diye bir kavram da kullanılıyor. Bu yönde Batı’da da, giderek Almanya’da falan da çalışmalar var. Caner Taslaman’ın yazdığı o kitabın adı neydi hocam?

BİR KATILIMCI- Küreselleşme Sürecinde Türkiye’de İslam.

MEHMET HAYRİ KIRBAŞOĞLU- Evet, onun sonunda böyle bir bölüm var. Aslında bunun üzerine de biraz gitmek lazım. Ben Ankara’da olduğum için çok memnunum, sebebi şu: İyi ki İstanbul’da değilim, niçin? Zira şehirlerin ruhu var: şimdi İstanbul Bizans ruhlu, imparatorluk ruhlu, iktidar ruhlu. Öyle olunca da orada mesela düşünürlerin durumu daha riskli, biz daha korunaklıyız burada. Çünkü İstanbul’da para var, iktidar var, cemaat var, şöhret var, medya var, her şey var, yani Türkiye demek. Orada temiz kalmak bayağı zor, kalanlar bize göre 10 defa daha takdiri hak ediyor. Burada Ankara’da ise hemen hemen bunların hiçbiri yok. Arapların tabiriyle, yani “çalmıyorsa, bulamadığından çalmıyordur” diyorlar. Şimdi biz bunların hiçbiri olmayınca mecburen okuyup yazıyoruz, konuşuyoruz filan. Biraz da korunaklı bir dünyadayız. O anlamda bir avantaj gibi geliyor bana.

ADEM ÇAYLAK- Sadece resmi rütbeler, makamlar var yani.

MEHMET HAYRİ KIRBAŞOĞLU- Onlar da akademisyenlere pek düşmüyor biliyorsun, kırıntıları düşüyor. O yüzden de korunaklı, o makamlara gelmek için de birtakım tavizler, bazı şeyler vermem lazım kişiliğimden. Bir de şu dikkatimi çekti: Üç dört idealist yayınevi var Ankara’da, bunların hepsi misyon yayınevi. İçlerinde ticaret, kâr, para odaklı olarak yayın yapan hiçbiri yok. Burası var, Ankara Okulu da var, Fecr de var, Otto da var, belki benim bilmediğim de olabilir. Bu nokta da çok önemli. Bunların hiçbiri (hepsi arkadaşımız) sırf ticari amaçla yayın yapmıyor, misyon odaklı yayın yapıyor. Onun için burası, Ankara bence iyi bir ortam, verimli bir zemin gibi geldi bize, yani böyle bir yanı dikkatimi çekti.

Hani biz Ankara’ya hep ideolojik olarak baktık, Cumhuriyetin sembolü falan diye, ama böyle bir yönü de var. Ve bu toplantının da burada olması ve bunun motorunun İktibas olmasının şehrin ruhuyla veya sosyolojisiyle de alakası olabilir, bu yönünü unutmamak gerekir gibi geldi bana.

Şimdi konuşacaklarımı 1, 2, 3 diye aklımda sıralıyordum, Atasoy Bey konuşunca sıfıra geri dönüş yaptım, düşünce ve bağımsızlık konusuna. Her şeyden önce ne kadar bağımsızız, kendimize de bunu sorabilmemiz lazım. Çünkü farkında olmadan bilincimiz üzerinde yüzlerce, binlerce etki var, inşallah bu konuyu tartışalım diyorum, yani en bağımsız olduğunu iddia edenimiz bile acaba ne ölçüde bağımsız veya bağımsızlığımızı baskılayan unsurlar neler? Farkında olduğumuz unsurlar var, bunun bir kısmını biliyoruz, ama bir de farkında olmadığımız, hatta bilinçaltıyla ilgili olanlar var, daha derinlerde olanlar var. Bunun üzerine bir gitmemiz lazım, eğer bir ekolleşme olacaksa.

Klasik dönem olsun, çağdaş dönem olsun, düşünce ekolleri skalasına azami ihtiyacımız var. Ben derslerle ilgili olarak böyle bir skalayı nispeten yapmaya çalışıyorum. İşte genel olarak Şii’siyle, Sünni’siyle, bütün ekollerle ilgili olarak ehli rey- ehli hadis ayırımından yararlanırım, sonra da işte makro gelenek (Makro İslam geleneği) içine beş tane daire (mikro gelenekler) koyuyorum; Şii, Sünni, Zeydi, İbadi, Mutezili. Bunlardan Sünnilik içine 10 tane küçük daire (nano gelenekler diyorum ben) bileşen koyuyorum: İşte Hanefi, Maliki, Şafii, Hanbeli dört fıkıh mezhebi, iki kelam mezhebi; Eşari, Maturidi, ayrıca Zahiri, Selefi, Sufi vb. Bu şemalar çok önemli, çünkü bunları yeni nesillere de aktarmak gerekir ve konuya daha amatörce yaklaşan veya alanı bu olmayanlar için mutlaka klasik dönemin (keza çağdaş dönemin) bir düşünce ekolleri veya eğilimleri haritasını çıkarmak gerekir. Bu şunun için de gerekli: İşbirliği yapmak için en uygun, en yakın partnerlerimiz kimler mesela İslam dünyasında, Ortadoğu’da, Batıda, bunları görmek lazım. Şehabettin Mercani Sempozyumu olacak 17 Aralık’ta İstanbul’da, Doğumunun 200. yılı anısına. Orada böyle bir sunum yapmaya çalışacağım, bakalım becerebilirsem. İslam dünyasının 5 K’sı denebilir; Kıtalar, kurumlar, kişiler, konular ve kavramlar şeklinde. Hatta şimdi genelde kıtalar ölçeğinde de farklı gelişmeler ve değişimler var, bunların da haritasını çıkarmak lazım. Hulasa acilen İslam düşüncesinin (klasik dönem ve çağdaş dönem) haritasının çıkarılmasında yarar var.

Bir de bu düşünce ekolleşmesinde şuna da karar vermek lazım: düşünce ve eylem bir arada mı gidecek? Yani aktivist bir entelektüelizmle ve Ali Şeriati’nin kullandığı kavramı kullanacak olursak “sorumlu aydın” olarak mı yola çıkacağız (ki ben ona yakın hissediyorum kendimi), yoksa organik aydınlar olarak mı? Organik aydınlar da çok güzel şeyler üretebilir. Yani noktasal olarak bilim adamları veya düşünce adamları güzel şeyler ortaya koyabilirler. Ama sorumlu aydın çok daha farklı. Yani hangi kategoriden bakıyoruz, hepimiz sorumlu aydın perspektifinde hemfikir miyiz? Hemfikir olabileceğimiz kanaatindeyim.

Yine İslam düşüncesi derken önemli handikaplardan bir tanesi de şu: İslam düşüncesini metne bağlı, yani ayet, hadis ve dini metinlere bağlı bir düşünce olarak algılıyoruz, ama onun dışında uluslararası ilişkilerden siyasete, ekonomiden fizik, çevre alanlarına, vs uzanan birçok disiplin var. Burada ilimler tasnifi konusu gündeme geliyor bu defa. İlimler tasnifiyle ilgili olarak İslamiyat dergisinde İslami İlimler Sorunu diye bir sayı yaptık, çok güzel bir sayı oldu. Bunun üzerine yeniden gitmemiz lazım. Hocamın Gazali eleştirileri ve diğerleri, bütün bunlar doğrudan ilimler tasnifiyle ilgili çünkü. Bu anlamda çok disiplinli, ansiklopedist bir yaklaşıma da ihtiyaç var. İslam düşüncesini üretenler dini metinlere dayalı düşünce üretiyorlar, ama bunların ürettiği düşüncelerin çoğu realiteden kopuk, dolayısıyla bu çalışma grubunda veya bu ekolleşme sürecinde kesinlikle çok disiplinli olarak pozitif bilimlere kadar bu işin girmesi lazım. Siz meteorologsunuz mesela, çevre, küresel ısınma, vb konular da bu meseleyle ilgili. Şimdi ben başta söylemedim ama aslında şuna da karar vermek lazım: Stephen Hawking’in dediği doğruysa, bunu araştırıp tartışmamız lazım, “50-100 sene içerisinde bir başka gezegene kaçabiliyorsanız kaçın” diyor. Gerçekten durum bu kadar vahimse bizim ekolleşme gibi konuları tartışmamız boşuna demektir. Çünkü 50-100 sene sonra bunlara muhatap olacak bir insanlık kalmayacaksa veya Garaudy gezegeni ve insanlığı yok oluşa götüren süreçlerden söz ediyorsa ve bu süreçler yakın bir gelecekte yeryüzünü yaşanmaz hale getirecekse (bunu söyleyen birçok insan var), biz sanki ekolleşmeyi boşuna tartışıyoruz demektir. O zaman yok oluşa götüren bu süreçleri durdurmayı ve ertelemeyi, yani kıyameti ertelemek için neler yapılacağı konusunu merkeze alan bir çalışma programı gerekiyor. Bence bunlar önemli, ben bilim adamı değilim bu alanlarda, ama ben önemsedim Stephen Hawking’in sözlerini. Çünkü iklim gelişmeleri dahil, işte ekilebilir arazilerin daralması, nükleer tehditler, bunlar pek bizim gündemimizde olmayan şeyler. Bir kere bu konuda bizi besleyecek, bilgilendirecek başka çalışma grupları lazım, üzerinde düşüneceğiz, ama önce bu dünyayı tanımamız lazım, nereye gidiyor diye.

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16

©2023 - Düşüncenin Okullaşması. Tüm Hakları Saklıdır.