Muslim Thought

Contemporary Era - Symbolic Figures

SEYYİD KUTUB:
‘ÂLİM’ VE ‘ŞEHÎD’
(1906-1966)

Kısa Hayat Hikâyesi

Seyyid Kutub, 1906 yılında Mısır’ın Asyut ilinin Muşe Köyü’nde dünyaya geldi. İlk eğitimini, siyasi meselelere karşı duyarlı, Kur’an tilavetine büyük önem veren babasından aldı. Babası, Vatan Partisi’nin bir üyesiydi ve her hafta evinde siyasi meseleleri kritik etmek ve Kur’an okumak için toplantılar düzenliyordu. Kutub’un sanatsal kabiliyetlerinin gelişiminde çocukluk çağında katıldığı bu toplantıların rolü vardır. Kutub, 10 yaşında hafız oldu. İlkokul çağında şiire ve edebiyata olan merakı dikkat çekiyordu. Gençlik çağında ise, geleneksel din eğitimini eleştiriyor ve fen bilimleriyle dini eğitimin karma verildiği eğitim programlarının geleneksel dini eğitimden daha yararlı olduğunu düşünüyordu. Kutub, ortaokul ve liseyi köyünde tamamladıktan sonra, eğitimine devam etmek üzere 1920’de Kahire’ye gitti. Burada öğretmen okuluna kaydoldu ve 3 yıl okuduktan sonra ilkokul öğretmenliği diploması aldı. Ardından Dar’ul-Ulûm Fakültesi’ne devam etti ve 5 yıl sonra Arap Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. İngiliz tarzı bir eğitim veren bu okulun müfredat programı tarih, coğrafya, Arap edebiyatı, İngilizce, sosyoloji, matematik, fizik, felsefe ve dini ilimlerden oluşuyordu. Fakültede oldukça faal bir öğrenci olarak dikkat çeken Kutup, Ahmed Şevki ve Mustafa Sadık Rafiî gibi dönemin ünlü şair ve ediplerini eleştiriyor, çeşitli gazete ve dergilere yazılar gönderiyordu. Mezun olduktan sonra Maarif Bakanlığı’nda öğretmen olarak atanan Kutub, 6 yıl görev yaptıktan sonra Bakanlık’ta Arap dili uzmanı olarak çalıştı. Ardından tercüme ve istatistik dairesine atandı. Dört yıl burada çalıştıktan sonra ilköğretim müfettişi oldu. Bir yıl sonra Kültür Genel Müdürlüğü’nde göreve başladı ve 1948 yılı sonuna kadar burada çalıştı. Aynı yıl, bakanlıktaki diğer bazı görevlilerle birlikte, eğitim metotları üzerine araştırmalarda bulunmak üzere ABD’nin Colorado Eyaleti’ne gitti. Burada yaklaşık 2 yıl kaldıktan sonra Mısır’a döndü. Döndüğünde Batı yaşam tarzı ve eğitim sistemine sert eleştiriler yöneltmeye başladı. “Gördüğüm Amerika” başlıklı makalesinde, Amerikan toplumunu ‘cahiliye’ olarak niteliyor ve bu ülkedeki maddiyatçılık, bireysel özgürlükler, ekonomik sistem, ırkçılık, vahşi boks maçları, konuşmalarda ve arkadaşlıklardaki samimiyetsizlik, spora aşırı ilgi, edebi düşünce eksikliği vb. hususları sert bir dille eleştiriyordu. Eğitim alanında benzer yaklaşım ve yöntemleri benimsediği gerekçesiyle Maarif Bakanı’nı da eleştiren Kutub, bir süre sonra bakanlıktaki görevinden de ayrıldı. Baştan beri İslami hassasiyetleri olan Kutub’un düşüncesi, 1940’lı yılların sonuna doğru giderek daha ‘ideolojik’ bir karakter almaya başladı. 1939’da el-Muktatif dergisinde “Kur’an’da Fennî Tasvir” adıyla yazdığı ve Kur’an’ın sanatsal icazını konu alan makalenin ardından 1945 yılında aynı konuda iki kitabı yayınlandı. 1946 yılında “İşte Sahtekârlık” adıyla yazdığı kitapta dinin geriliğe neden olduğunu savunanları eleştiren Kutub, 1946 yılında yazdığı “Konum Dersleri” adlı makalede, Mısır toplumunun ıslahı için Müslümanları aktif görev almaya çağırıyordu. Amerika’da bulunduğu sırada yayınlanan İslam’da Sosyal Adalet adlı kitabında ise, ilk kez dini açıdan toplum eleştirisi yapıyordu. O, bu kitapta sosyal adaletin ancak İslam’la gerçekleşebileceğini ve edebiyatın dahi İslami ölçülerden kaynaklanması gerektiğini savunuyordu. Bu yıllardan sonra Kutub’un edebiyata bakış açısı da değişti. Daha önce edebiyatın dinden bağımsız bir alan olabileceğini kabul ederken, artık her alanda olduğu gibi edebiyat alanında da temel ilkelerin İslam’dan alınması gerektiğini savunuyordu.

Kutub, Amerika dönüşü İhvan-ı Müslimin hareketi ile diyalogunu arttırdı ve bir süre sonra haftalık İhvan-ı Müslimin adlı gazetenin yazı işleri müdürü oldu. Ardından teşkilatın propaganda biriminin sorumluluğunu üstlendi ve İhvan’ın en üst birimi olan rehberlik konseyi üyeliğine getirildi. O sıralarda Mısır, siyasi çalkantılar yaşıyordu ve bu kargaşa ortamında Cemal Abdünnasır’ın başında olduğu Hür Subaylar Örgütü, iktidardaki Kral Faruk’a karşı 1952 yılında bir darbe gerçekleştirdi. Kutub ve Müslüman Kardeşler örgütü bu darbeyi önce destekledi. Ancak seküler milliyetçi bir projesi olan Nasır, bir süre sonra Müslüman Kardeşler ile yollarını ayırdı. 1954’te ipleri eline alan Nasır, yapılan suikast girişimini bahane ederek birçok İhvan mensubunu tutuklattı. Müslüman Kardeşler ve Kutub için ağır bir baskı ve işkence dönemi başladı. Bu dönemde Kutub’un sağlığı bozuldu; mide ve bağırsak kanaması geçirdi. İşkenceler o denli ağırdı ki, mahkemesini izlemek amacıyla Mısır’a gelen insan hakları temsilcisi vücudundaki işkence izlerini görmesin diye mahkemesi ertelendi. Temsilcinin ülkeden ayrılmasından iki hafta sonra Kutub, mahkemeye çıkarıldı ve hapse mahkûm edildi. 15 yıl kaldığı hapishanede ağır işkencelere uğrayan Kutub, 1954 ve 1964 yılları arasında, tüm zorluklara rağmen Fi Zilâl’il-Kur’an ile Yoldaki İşaretler adlı eserlerini kaleme almayı başardı. 1964 yılının sonlarında, Irak başbakanı Abdüsselam Arif’in ricası üzerine serbest bırakıldı, ancak, 8 ay sonra, devleti yıkmak için teşebbüste bulunmak suçlamasıyla tekrar tutuklandı. Mahkemede aleyhine yöneltilen suçlamaların çoğu Yoldaki İşaretler adlı kitaptan yapılan alıntılardan oluşuyordu. Mahkeme Kutub’u ve altı arkadaşını idam cezasına çarptırdı. Karar, İslam dünyasında tepkilere neden oldu. Pakistan’ın Karaçi kentinde Cemaat-i İslami mensupları bir yürüyüş tertipleyerek kararı protesto ettiler. İngiltere, Sudan, Irak ve Lübnan’da da benzer protesto yürüyüşleri yapıldı. Tekrar işkencelere maruz kaldığı bu dönemde Nasır’ın, özür dilemesi durumunda affedileceği yönündeki teklifini reddeden Kutub, 29 Ağustos 1966’da idam edildi.

Dönemsel Etkiler ve ‘Cahiliye’den İslam’a Dönüşü

Seyyid Kutub, Hasan el-Benna’nın çağdaşıdır ve onunla aynı toplumsal ve siyasal şartlar altında yaşamıştır. Fakat Benna’nın Müslüman Kardeşleri’i kurup aktif mücadeleye başladığı dönemde, o, henüz İslam’ı bütüncül bir ideoloji olarak görmemekte ve daha çok edebi faaliyetlerle uğraşmaktadır. Gençlik yıllarında Taha Hüseyin, Abbas Mahmud Akkad ve Mustafa Sadık Rafii gibi edebiyatçıların çalışmalarını yakından takip eden Kutub, o dönemde edebiyatı din dışı bir sanat faaliyeti olarak gören Akkad ekolüne yakınlık göstermekte ve zamanın popüler akımı olan sosyalizme ilgi duymaktadır (Dikenler adlı romanında bu etki açık biçimde görülür). Kutub, ömrünün ilk 40 yılını kapsayan bu dönemi ‘cahiliye evresi’ olarak tanımlamaktadır (bu dönemde ülkedeki popüler edebi ve fikri akımlardan etkilenmekle birlikte, dini hassasiyetini de yitirmemiştir. Nitekim Kur’an’da Edebi Tasvir ve Kur’an’da Kıyamet Sahneleri gibi ‘dini’ sayılabilecek eserleri bu dönemde yazmıştır). Kutub’un meselelere İslami bir gözle baktığı ilk yazısı, 1946 tarihinde yayınlanan Konum Dersleri adlı makalesidir. O, burada, kendi toplumunun bir eleştirisini yapmakta ve ‘ıslah’ çabasının dini bir görev olduğunu söylemektedir. Bu tarihten itibaren, Kutub, ideolojik içerikli eserler yazmaya başlamıştır ve bunların ilki 1948 yayınlanan İslam’da Sosyal Adalet’tir. O, burada, İslam nizamının ‘bütüncül’ karakterine dikkat çekmekte ve ‘sosyal adalet’i sağlayacak zekat ve infak gibi kurumların dahi ‘akide’ temeline dayandığını ifade etmektedir ki, bu, Kutub’un radikal bir ‘dönüşüm’ yaşadığının açık kanıtıdır (kitabın neredeyse yarısı bu tezin ispatına ayrılmış, ekonomik mevzulara ise daha sonra değinilmiştir). Kutub, artık, İslam’ın (edebiyat da dahil olmak üzere) hayatın bütün alanlarını kapsayan bütüncül bir nizam olduğuna inanmaktadır. Nitekim 1949 yılında, edebiyat çevrelerinden arkadaşı olan Tevfik el-Hakim’in Kral Ödip adlı eserini eleştirirken şunları söylemektedir: “kitabın konusunu Grek ruhundan değil de İslamî ruhtan seçmen daha iyi olurdu; bundan sonraki eserlerini insan, hayat ve varlık üzerinde müstakil bir felsefeye sahip olan İslami konulardan seçeceğini ümid ediyorum.” Kutub’un bu dönüşümü yaşamasında, Amerika’daki gözlemlerinin de etkili olduğu görülmektedir. Nitekim orada Batı medeniyetini daha yakından tanıma ve ‘cahiliye’ ile İslam arasında somut karşılaştırmalar yapma imkanı bulmuştur (Amerika’dan döndükten sonra yazdığı İslam-Kapitalizm Çatışması ve İslam ve Medeniyetin Problemleri adlı eserlerde bunu görmek mümkündür). Fakat Kutub’ta ‘mücadele bilinci’nin gelişmesi, Benna’nın vefatından sonra olmuştur. O, henüz Amerika’da iken, Benna’nın bir suikast sonucu öldürülmesinden sonra Batı ve Mısır medyasındaki sevinç naralarını “küfrün tek millet olduğu”na yormuş ve İslam nizamının tesisi yolunda fiili bir mücadele verilmesinin gerekli olduğunu düşünmeye başlamıştır. Bu nedenle de Amerika’dan döndükten sonra Müslüman Kardeşler örgütüyle ilişki kurmuş ve bu örgütün yayın faaliyetinin sorumluluğunu üstlenmiştir (Müslüman Kardeşler örgütüne katıldığı 1951 yılı için: “benim gerçek doğum yılım” demiştir). Kutub’un bundan sonraki hayatını ‘dava uğruna’ verdiği mücadelenin belirlediği görülmektedir. Fakat açıktır ki, bu mücadele, daha çok ‘fikir’ sahasında olmuştur. O, Nasır’ın 1954’te gerçekleştirdiği darbeden sonra ömrünün büyük bir kısmını hapishanede geçtiği için, Benna gibi aktif örgütsel faaliyetler içerisinde bulunamamış, ama hapisteki yıllarını Tevhid Davası’nın ideolojik temellerini güçlendirmeye adamıştır (Fizilal’il-Kur’an ve Yoldaki İşaretler bu dönemdeki düşünsel tetkiklerinin sonucu olarak yazılmıştır). Yazılarındaki (Benna da görülmeyen) ‘ideolojik’ içerik ise, hem dönemin şartlarıyla hem de Kutub’un beslendiği kültürel kaynakların nisbeten farklı olmasıyla ilişkilendirilebilir. O, ülkede İslam’a yönelik ‘ideolojik’ saldırıların yoğunlaştığını görmektedir ve bunlara karşı verilecek mücadelenin de ideolojik karakterli olması gerektiğine inanmaktadır. Onun kapitalizm ve komünizme yönelik eleştirilerini bu şekilde anlamak gerekir. Ayrıca o, bir ‘özeleştiri’ süreci yaşadığı hapishane yıllarında, Mevdudi’nin Kur’an’a Göre Dört Terim’de ortaya koyduğu görüşlere de vakıf olmuş ve bunları geliştirerek, yirminci yüzyıldaki İslami Hareketler’in manifestosu sayılabilecek Yoldaki İşaretler’i yazmıştır. Kutub’un özeleştiri süreci yaşamasında, Müslüman Kardeşler Örgütü’nün siyasi gelişmeler karşısındaki tutumunun da payı olduğu söylenebilir. Zira Müslüman Kardeşler ihtilal sürecinde Nasır’ı desteklediği halde, daha sonra yine Nasır tarafından baskıya uğramış ve yasaklanmıştır. Örgütün süreç içerisindeki performansı, onu, Müslüman Kardeşler’in benimsediği ‘davet yöntemi’nin hataları üzerinde düşünmeye sevk etmiş ve nihayet başarıya ulaşmak için başka bir yolun (yani ‘nebevi yöntem’in) zorunlu olduğu fikrine ulaştırmıştır. Kutub’un ‘özgüvenli’ bir dil kullanabilmiş olmasını da kısmen dönemsel etkilerle izah etmek mümkündür. Zira onun yaşadığı dönemde modernite cazibesini kaybetmeye başlamış ve Çağdaş Müslüman Düşünce (Mevdudi’nin katkılarıyla birlikte) hatırı sayılır gelişme kaydetmiştir. Bunlar, Kutub’un düşüncelerinin netleşmesine ve Abduh-Afgani söylemine hâkim olan ‘savunmacı’ tarzdan kurtulup ‘özgüvenli’ bir üslubu kullanabilmesine katkıda bulunmuşlardır. Fakat şunu da teslim etmemiz gerekiyor ki, Kutub, dönemsel etkilere açık olmakla birlikte, özgün bakışaçıları geliştirme (özellikle de ‘orijinal dile vukufiyet’ kesbetme) hususunda çağdaşları arasında müstesna bir yere sahiptir. Ancak onun Çağdaş Müslüman Düşünce’deki yerini değerlendirmeden önce, görüşlerini daha ayrıntılı bir şekilde ele almamız gerekiyor.

‘Âlim’ ve ‘Şehîd’

Kutub, çoğunlukla, İslami Hareket’in ‘ideolog’u ve örnek bir ‘dava adamı’ olarak nitelendirilmektedir. Onun her iki vasfı da hakkıyla üzerinde taşıdığı söylenebilir, ancak, zannımca, onu en iyi tanımlayacak kelimeler ‘âlim’ ve ‘şehîd’tir. Bilindiği üzere bu makamlar, İslam’daki en değerli iki mertebeye tekabül ederler (meşhur bir hadiste, âlimin mürekkebi şehidin kanıyla tartılmaktadır). Bunun nedeni de bellidir: Kur’an’ın açık ifadesine göre, “Allah’tan layıkıyla ancak âlimler korkar.” İslam’da ilim, imanın temelini oluşturur (Kur’an, vahyi ‘ilim’ olarak tanımlamıştır) ve bu dinin elçisi: “peygamberlerin varisi âlimlerdir” demiştir. Bu yüzden, âlimler, tarih boyunca Müslüman toplumlardan saygı görmüşlerdir. Şehadet ise, ihlâsın doruk noktasını temsil eder. Kişinin inancı uğruna kendini feda etmesi, hiç kuşkusuz, fazilet mertebelerinin en büyüklerindendir. O yüzden, şehidler ‘ölü’ değildir ve Rableri katında “sürekli rızıklandırılmaktadırlar.” Zannımca, Kutub’u çağdaş dönemin ‘önemli’ şahsiyetlerinden biri kılan da, bu vasıfları aynı anda üzerinde taşıyor olmasıdır. Bilindiği üzere, İslam’da ‘âlim’, aslında, ‘sorun çözücü’ kişidir. Fildişi kulelerden konuşanlar, entelektüel gevezelik yapanlar, hükümdar dalkavukları vs. ‘âlim’ sayılmazlar. Fetret dönemlerinde ise, genellikle ‘ilim’ yeryüzünden çekilir ve ‘âlim’ taslakları boşluğu doldururlar. Kutub da böylesi bir dönemde yaşamıştır. Ümmet, sömürgecilerin işgali altındadır ve toplum da ‘ıslah’a muhtaçtır. Fakat ‘âlim’ taslakları ya önemsiz fıkhî meselelerin çözümleriyle ya da yöneticilerin pozisyonlarını meşrulaştırmakla meşguldürler. O ise, ‘sorun’un farkındadır ve çözüm için samimi gayret göstermektedir. İşte onu Kur’anî manada ‘âlim’ yapan, bu özelliğidir. O, soyut meselelerle uğraşmamakta ve bunu yararlı da görmemektedir. ‘Toplum’un kurulmasını öncelemesinin ve fıkhî tartışmalara genellikle girmemesinin nedeni de budur. Basit ifadesiyle, Kutub, her gerçek âlim gibi, yaşadığı çağın ‘en önemli meselesi’nin ne olduğunu sormuş ve samimiyetle bunun cevabını aramıştır. Ona göre, bu sorunun cevabı: “Tevhid davasının anlaşılmasıdır” şeklindedir. Bu cevap, onun bütün yazılarına ve mücadelesine damgasını vurmuştur. Bu sorunun çözümüne yönelik olarak yazdığı Fizilal’il-Kur’an ve Yoldaki İşaretler gibi eserlere baktığımızda da, bu hassasiyetini net olarak görmek mümkündür. Fizilal, onun samimiyetini, ince ruhunu ve ilmini yansıttığı gibi, ‘pratiği’ ve aktüel sorunların çözümünü ne denli önemsediğini de göstermektedir. Bu yüzdendir ki, Fizilal, çağdaş dönemde yazılmış tefsirlerin pek çoğunda bulunmayan bir özelliğin sahibi olarak, ‘ders halkaları’nda sıklıkla okunmaktadır (öyle ki benzer türde bir tefsir olarak görülebilecek Mevdudi’nin Tefhim’ul-Kur’an’ı dahi bu özelliğe sahip değildir. Tefhim, daha ziyade tartışmalı konularda ‘bilgilenmek’ amacıyla okunurken, Fizilal, dava erlerine Tevhidî bir ‘bakışaçısı’ kazandırmak için okunmaktadır). Bu, Kutub’un, tefsir yazarken bile ‘dava’yı gözettiğini göstermektedir. Yoldaki İşaretler ise, pek çoklarınca da teslim edildiği üzere, bir ‘manifesto’dur ve modern cahiliyeye karşı güçlü bir ideolojik ‘meydan okuma’yı temsil etmektedir. Kutub, bu kitabı da ‘bir bilinçle’ yazmıştır. Çünkü yaşadığı dönemde ideolojilerin etkisini görmekte ve Müslüman zihinleri buna karşı uyarmanın bir görev olduğu bilmektedir. İşte ‘âlim’ böyle olur. Boş söz konuşmaz; konuştuğunda Hakk’ı konuşur ve sözlerinin sorumluluğunu da üstlenir. Kutub, aynı zamanda, bir ‘şehîd’tir. Hakk’a ve “sözün gücü”ne inanmaktadır. Bu inancını, şehadetinden önce söylediği: “Kalem sahibi kimseler birçok büyük işler yapabilirler. Ancak fikirlerinin yaşaması pahasına kendilerini feda etmek şartıyla… Hakk bildikleri şeyin Hak olduğunu çekinmeden söyleyip, gerekirse bu uğurda başlarını vermeleri şartıyla… Biz fikir ve sözlerimiz uğruna ölsek de, o fikir ve sözler ruhlu birer vücut olarak kalacak ya da onları kanlarımızla sulayıp canlılar, ruhlular arasında yaşatacağız” sözlerinde net olarak görmek mümkündür. O, sözün bir bedeli olduğunun bilincindedir ve bunu ödemekten çekinmemektedir. O, Hakk’a teslim olmuş bir ‘kul’dur ve onun için Allah korkusu, bütün korkuların üstündedir. Nitekim bu bilinçle hareket edip zalimlere boyun eğmemiş; sözlerini kanıyla sulayarak gelecek kuşaklara miras bırakmıştır. Onun tipolojisinin çağdaş dönem düşünürleri arasında ‘müstesna’ bir yere sahip olmasının önemli bir sebebi de budur. Bu yönüyle, i’layı kelimetullah için çalışan bütün gruplar ve cemaatler için hep bir ‘örnek şahsiyet’ olarak kalacaktır.

Çağdaş Müslüman Düşüncedeki Yeri

Seyyid Kutub, Çağdaş Müslüman Düşünce’nin ‘gelişim’ evresinin en önemli üç figüründen biridir (diğer ikisi Mevdudi ve Şeriati’dir). Afgani ve Abduh ile başlayan ‘ıslah’ çabaları, bu evrede, bu üç önemli ‘sembol’ şahsiyetin katkılarıyla gelişme göstermiş ve ‘düşünce’ savunmacı karakterinden kurtulup ‘özgüvenli’ bir hale gelmiştir. Kabul edilmelidir ki, ilk olarak Mevdudi’nin bu sürece katkısı büyük olmuştur. Onun dinin ve çağdaş toplumların mahiyetine dair tahlilleri ve İslam’ı “bütüncül bir ideoloji” olarak tanımlaması, kendisinden sonraki bütün ‘ihyacı’ akımları derinden etkilemiştir. Kutub’u da onun düşüncelerinden etkilenenler arasında sayabiliriz. Çağdaş toplumların ‘cahiliye’ olarak tanımlanması gerektiği ve İslam’ın bütüncül bir ideoloji olduğu hususlarında Mevdudi ile benzer düşünceleri savunmakla birlikte, Kutub’un ‘cahiliye’ kavramına bakışı daha derinliklidir (Mevdudi, ‘geleneksel olarak Müslüman’ olan toplumların tanımında açık ifadeler kullanmazken, Kutub bu toplumları da ‘cahiliye’ olarak tanımlar). Ancak, kanımca, Kutub’un Çağdaş Müslüman Düşünce’ye katkısı, daha çok ‘yöntem’ tartışmasında olmuşur. Yöntemin ‘ilahî’ (yahut ‘nebevî’) olduğu, davetin ‘açık’ olması gerektiği, sistem-içi mücadelenin çarkın dişlileri arasında ezilmek anlamına geldiği ve amaç-araç uyumunun şart olduğu yönündeki vurgulu ifaleri ile Kutub, ‘radikal’ akımların ilham kaynağı olmuştur. Onun “Örnek Kur’an Nesli” kavramsallaştırması da Çağdaş Müslüman Düşünce’ye ‘orijinal’ bir katkı olarak görülmelidir. Ona göre ilk ‘örnek nesil’ olan Sahabe Toplumunu inşa eden Kur’an’dır ve Kur’an bu işlevini bütün zamanlar boyunca tekrarlayabilir. Bu, ‘cahiliye’nin hâkim olduğu modern zamanlar için de geçerlidir. Kutub’un bu tabiri kullanırken, “Kur’an ve Sünnet” klişesi yerine ‘sadece’ Kur’an kelimesini kullanması dikkat çekicidir ve bunu, bir ‘gelenek’ eleştirisi olarak görmek de mümkündür (Kutub, Yoldaki İşaretler’de Müslüman kültürüne ‘karışmış’ yabancı unsurların temizlenmesi gerektiğini defaatle ifade eder). Fakat o, geleneği eleştirirken detaya inmez, sadece ‘genel’ ifadeler kullanır (örneğin vahdet-i vücud ve nefs tezkiyesi gibi birkaç konu dışında tasavvufa yönelik kapsamlı eleştirilerde bulunmaz). Açıktır ki Kutub, bunu bilinçli bir şekilde yapmaktadır; zira ‘cahiliye’nin hakim olduğu dönemlerde bu tür tartışmalara girmenin ‘dava’ya zarar vereceğine inanmaktadır. Dolayısıyla, Kutub’un gelenek eleştirisinin detay içermemesini, ana amaçlarıyla uyumlu bir yaklaşım olarak görmek mümkündür. Kutub’u çağdaş düşünürler arasında öne çıkaran bir diğer özelliği de, davetin başarıya ulaşması sürecinde ‘söylem’in öneminin farkında oluşudur. Ona göre, yöntem nasıl ki akide ile uyumlu olmak zorunda ise, söylem de akide ile uyumlu olmalıdır. Bu yüzden onun düşüncesinde ‘İslam Demokrasisi’ yahut ‘İslam Sosyalizmi’ gibi klişelere yer yoktur (İslam’ı bütüncül bir hayat tarzı olarak algıladığı ilk eseri olan İslam’da Sosyal Adalet adlı kitabında bile, söylemin inşasında Batı düşüncesinin kavramlarına müracaat etmenin sakıncalarından bahsetmektedir). Ona göre, bu ‘ifade’ şekli, yenilgiyi baştan kabul etmek demektir. İslam’ın kendini ifade etmek için başka hiçbir terminolojiye ya da üsluba ihtiyacı yoktur (Kutub’un bu yaklaşımı ile Mevdudi’nin ‘teo-demokrasi’ kavramını da eleştirmiş olduğu söylenebilir). Ondaki bu bilincin zirvesini son eseri olan Yoldaki İşaretler’de daha net bir şekilde görebiliyoruz. Nitekim “Medenî İslam Toplumuna Doğru” başlıklı yazısındaki ‘medenî’ kelimesini ‘gereksiz’ bularak çıkardığı için kendisini eleştiren Malik bin Nebi’ye yönelttiği eleştiride, Kutub; “bir zamanlar bende onun gibi düşünüyordum; o zamanlar üzerimde cahiliyenin izleri vardı ve bunlar benim görüşümü engelliyordu. Ama şimdi net bir görüşe ulaştım ve medenî toplum olarak anılmayı sadece İslam toplumunun hak etmiş olduğunu anladım” demektedir ki, bu, onun ‘dilin safiyeti’nin önemini gereğince fark ettiğini göstermektedir (Kutub, aynı bilinçle ve rahatlıkla “Müslümanın milliyeti inancıdır” diyebilmekte ve İslam toplumunda akide bağı dışında hiçbir bağın önemli olmadığını söyleyebilmektedir). Kanımca da, Kutub, ‘dilin safiyeti’nin önemini idrak hususunda çağdaşı olan düşünürlerden (Buna Mevdudi ve Şeriati de dahildir) daha ileri bir düzeydedir (eklememiz gerekiyor ki, gelişme evresinin alt-ileri aşamasının önemli şahsiyetlerinden olan Ercümend Özkan da söylemin öneminin farkında olan önemli şahsiyetlerden biriydi. O, önceki yazılarında ‘Devrimci İslam’ terkibini olumlu içeriğiyle kullanmasına rağmen, vefatından birkaç yıl önce yazmış olduğu bir kavram yazısında ‘devrim’ kelimesinin ‘ödünç alınmış’ bir terim olduğunu ve yerine ‘ıslah’ kelimesinin kullanılmasının daha doğru olacağını söylemiştir). Ancak ‘dil tartışması’nın Çağdaş Müslüman Düşünce’nin ‘gelişme’ evresinde nihayete ermiş olmadığını da burada ifade etmeliyiz. Bu evrede, ‘dilin safiyeti’nin önemine dair bilinç artmıştır ancak, okullaşma’ henüz gerçekleşmediği için, ‘orijinal dile vukufiyet’ kriteri henüz kâmil anlamda karşılanamamıştır.

Not: Daha fazla bilgi için, Çağdaş Müslüman Düşünce/Sembol Şahsiyetler, Pınar Yayınları, 2015 adlı kitaba bakınız.