Müslüman Düşüncesi

Çağdaş Dönem - Sembol Şahsiyetler

CEMALEDDİN AFGANİ:
‘İSLAMİ UYANIŞ’IN İLK ‘SEMBOL’ ŞAHSİYETİ
(1838-1897)

Kısa Hayat Hikayesi

Cemaleddin Afgani, çocukluk yıllarıyla gençliğinin ilk dönemini Kabil’de geçirdi ve ilk eğitimini babasından aldı. Daha sonra ailesi ile birlikte Tahran’a göç etti ve burada ünlü Şii kelamcısı Akasid Sadık’tan ders aldı. Ardından Irak’ın Necef kentine giden Afgani, dört yıla yakın bir süre de Şeyh Murtaza el-Ensari’nin ders halkasında bulundu. Afgani, bu süre zarfında, din, dil, felsefe, matematik, tıp, tarih ve siyaset okudu ve Müslüman rasyonalist filozofların görüşleriyle ilk kez bu dönemde tanıştı. Daha sonra, Hindistan’a geçen Afgani, burada Avrupa bilim ve edebiyatı ile tanıştı ve zihninde taşıdığı ıslahat düşüncesini burada netleştirdi. 1857 yılında hacc yapmak için çıktığı seyahatte Hicaz, Mısır, Yemen, Türkiye, Rusya, İngiltere ve Fransa’yı gezen Afgani, bir yıl süren bu seyahatten sonra Afganistan’a geri döndü. Bu sırada Afganistan’da, vefat eden Dost Muhammed Han’ın yerine Muhammed A’zam Han idarenin başına geçince baş vezir oldu. İngiliz sömürge yönetimiyle ters düşen Muhammed A’zam, İngilizlerin yardımıyla tahtan indirilip yerine Şir Ali Han geçince, ülkeyi terk etmek zorunda kaldı ve Hindistan’a geçti. Ancak yapmış olduğu faaliyetlerden rahatsız olan İngilizler onu burada da rahat bırakmadı ve Hindistan’ı terke zorladı. 1870 yılı başlarında Mısır’a geçip burada 40 gün kaldıktan sonra İstanbul’a giden Afgani, önceleri burada iyi karşılandı, özellikle de Tanzimatçı çevrelerden yakın ilgi gördü. Ancak aynı yılın Ramazan (Aralık) ayında, Dar’ül-Fünun’da doğa bilimlerini savunan Hoca Tahsin ile birlikte vermiş oldukları ders yüzünden (ders, oksijenin yaşam için ne denli gerekli olduğu üzerinedir ve bunun için, havadan mahrum bırakılan bir kuşun öldüğü deneysel olarak ispatlanmıştır) gelenekçi çevrelerce İslami değerlere saldırıda bulunduğu gerekçesiyle Sultan’a şikayet edildi ve bir süre sonra yoğunlaşan aleyhte propaganda yüzünden İstanbul’dan ayrılmak zorunda kaldı. Ardından Mart 1871’de Mısır’a geçen Afgani, burada kaldığı 8 yıl boyunca entelektüel ve siyasi çevreleri etkiledi; edipler, yazarlar ve siyasetçilerden (Riyad Paşa, Sa’d Zağlul, Abduh, vb.) birçok talebesi oldu. En önemli talebesi ve aynı zamanda arkadaşı olan Muhammed Abduh ile de bu dönemde tanıştı ve ortak çalışmalar yaptılar. Mısır’da kaldığı dönemde Hidiv İsmail Paşa yönetimini, halkı zora sokan uygulamaları ve ülkenin bağımsızlığını tehlikeye soktuğu gerekçesiyle eleştirdi, bu arada, siyasi mücadelesine destek olacağı ümidiyle mason locasına kaydoldu. Ancak faaliyetleri İngiliz vesayeti altındaki Hidiv İsmail Paşa’nın oğlu ve ondan sonra da Hidiv olan Tevfik Paşa’yı rahatsız etti ve takip eden aylarda İngilizlerin Hidiv üzerinde kurduğu baskı sonucu 1879’da Mısır’ı terk etmek zorunda kaldı. Buradan tekrar Hindistan’a geçen Afgani, İslâm aleminde giderek yayılmaya başlayan ve gerek aydınları gerekse halk kesimlerini etkilemeye başlayan doğacı (modernist) fikirlere karşı Haydarabad’ta Er-Red-aled-Dehriyyin (Doğacılığa Reddiye)’yi yazdı ve böylece İngiliz yönetimini destekleyen modernist Seyyid Ahmed Han’ın yaptığı pozitivist propagandanın etkilerini kırmak istedi. O sıralarda Mısır’daki Urabi Paşa isyanının başarılı olması için Hindistan halkını sömürgecilere karşı isyana çağırdığı gerekçesiyle İngilizlerce gözetim altına alındı, isyan bastırıldıktan sonra da sürgüne gönderildi. Önce İngiltere’ye oradan da Paris’e geçen Afgani, burada Urvetü’l-Vüska isimli uluslararası bir cemiyet kurdu ve kendisi gibi Urabi isyanına karıştığı gerekçesiyle Beyrut’ta sürgünde bulunan Muhammed Abduh’u ortak faaliyetlerde bulunmak üzere Paris’e çağırdı. 1884 yılında Abduh’la birlikte bu cemiyet adı altında uluslararası bir gazete çıkarmaya başlayan Afgani’nin amacı, Müslümanların uyanması, Doğu’nun sömürgecilerden kurtulması, İslâm ülkelerinde gerekli ıslahatların yapılması ve İslam Birliği’nin kurulmasını sağlamaktı. Ancak, gazetenin yaydığı fikirlerin sömürgeci politikasına aykırı olduğunu gören İngiltere, gazetenin Mısır, Hindistan ve Osmanlı ülkesinde yasaklanması için girişimlerde bulundu ve baskılara dayanamayan gazete, ancak 18 sayı (8 ay) çıktıktan sonra kapandı. Afgani, 1885 yılında İran Şahı Nasırüddin’den aldığı davet üzerine bu ülkeye gitmeye karar verdi, fakat reform çağrısı yapınca, Şah ile arası yine bozuldu ve ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Ardından Rusya’ya giden ve 1886-1889 yılları arasında burada kalan Afgani, Çar’dan Kur’an’ı Rusça’ya çevirtmesini talep etti ve Çar onun bu talebini olumlu karşılayarak Kur’an’ı Rusça’ya tercüme ettirdi. 1889’da Şah Nasırüddin’in daveti üzerine tekrar İran’a gittiyse de ıslahat yapılması konusundaki düşüncelerinde ısrar edince Şah’la yine ters düştü ve 1890 yılının çetin kış aylarında sınırdışı edildi. Bir süre Londra’da kalan Afgani, 1892 yılında, siyasi iktidarını korumak, özellikle de Irak’taki Şiiler üzerinde nüfuz sahibi olmak için İttihad-ı İslam düşüncesinden istifade etmek isteyen II. Abdülhamid’in daveti üzerine ikinci defa İstanbul’a geldi. Ancak bu dönemde geniş bir ilmi ve siyasi çevre edinmesine rağmen, rahat hareket etme imkanı bulamadı (Afgani’nin bu dönemde İslam Birliği’ni tesis etmek amacıyla Müslüman ülkelerdeki yetkili ve ilgililere 600 civarında mektup yazdığı ve bunların 200’üne cevap geldiği bilinmektedir). 1896’da İran Şahı Nasıreddin’in ölümünden sorumlu tutulduğu için İran’a teslim edilmesi istense de, II. Abdülhamid bu talebi geri çevirdi ve onu ev hapsinde tuttu. İstanbul’dan ayrılmak için birkaç kez denemede bulunmasına rağmen, bu çabaları sonuçsuz kalan Afgani, çenesinde başlayan bir çıbanın kansere dönüşmesi sonucu 9 Mart 1897’de İstanbul’da vefat etti. Maçka’ya defnedilen Afgani’nin naaşı, 1944 yılında, dönemin CHP hükümeti tarafından Afganistan’a naklediidi).

İslami Uyanış’taki Rolü

Cemaleddin Afgani’yi, hakkındaki farklı görüşlere rağmen, zannımca, İslami Uyanış hareketinin “ilk önemli temsilcisi” olarak görmek mümkündür. Her ne kadar kendisinden önce Hindistan’da Şah Veliyyullah Dehlevi benzeri bir çağrıda bulunmuşsa da, onun çalışmaları Afgani’ninkiler kadar etkili olamamıştır. Bunda konjonktürün de etkisi olduğuna kuşku yoktur. Afgani’nin yaşadığı dönemde Müslüman dünyası, tabiri caizse, tam bir ‘izmihlal’ hali yaşamaktadır. Sömürgeciler Müslüman dünyasının birçok bölgesini fiilen işgal etmişlerdir ve Osmanlı devleti gibi geriye kalan birkaç coğrafyada da yönetimler çözülme tehlikesi altındadır. Bu durum, asırlardır dünyaya hükmeden Müslüman halkların zihninde çeşitli şüphelerin doğmasına yol açmıştır ve bazı kesimlerde ‘ilhad’ almış başını yürümüştür. Pozitivizmin etkisi, Müslüman aydın ve alimler arasında bile görülmektedir. Müslümanların o dönemde tartıştığı konu, Batı’ya nasıl esaslı bir cevap verileceği değil, “Batı’nın tekniğini mi kültürünü mü almalı?” sorusudur. Yani aslında Müslümanlar düşünsel bir çöküşü zaten yaşamaktadırlar ve ‘savunmacı’ bir pozisyonu yeterli görmektedirler. Böylesi bir ortamda Afgani’nin ‘acilci’ bir söylemle Müslüman halkların ‘uyanışı’ için yaptığı çağrının, sömürgeciliğin henüz aktif bir tehlike olarak hissedilmediği Dehlevi’nin döneminde yapılan ‘öze dönüş’ çağrısından daha fazla ses getireceğine kuşku yoktur. Afgani, tehlikenin artık iyice kapıya dayandığı bir vasatta, Müslüman halkları ve yöneticileri, bir anlamda ‘kıyam’a çağırmakta ve bu çağrısına cevap bulacağına da inanmaktadır. Her ne kadar ikinci İstanbul yıllarında aktif mücadele yerine zihinsel dönüşümün öncelenmesi noktasında bir kanaate ulaştığına dair rivayetler varsa da, yaşam hikayesine bakıldığında, onun ‘acilci’ bir öneride bulunduğu açıktır. Yani o sahiden Müslüman halkların yöneticilerine destek vermeleri durumunda sömürgecilere karşı başarı kazanacaklarına inanmaktadır. Müslümanları Osmanlı Devleti’nin çatısı altında birlik oluşturmaya çağırmasının nedeni de budur. Bu konuda yanıldığı, daha sonraki gelişmelerle (özellikle de Mısır’ın İngiliz hakimiyetine girmesi ve Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla) anlaşılmasına rağmen, Afgani, aktif mücadeleden hep ümitvar olmuş ve Müslüman dünyasını karış karış dolaşarak (hatta Batı dünyasında propaganda faaliyetinde bulunarak) Müslümanların Birliği’ni sağlamaya çalışmıştır. Afgani’nin bu noktada verdiği mücadelenin, daha sonraki İslami Hareketleri etkilediğine de kuşku yoktur. Ancak onun İslami Uyanış’taki asıl (kalıcı) rolünü, Öze Dönüş’e yönelik çağrısında aramak gerekir. Her ne kadar Fazlurrahman’ın deyimiyle klasik manada eser üreten bir ‘ilim adamı’ olmamasına rağmen, Müslümanların asli sorunlarının tespiti ve çözümün nerede olduğu noktasında ilk kez doğru teşhislerde bulunması bakımından Afgani, Müslüman tarihinde her zaman adı anılacak bir kişi olacaktır. O, çöküşün asli nedenlerinin ‘içeride’ olduğunu görmüş ve bu konuda bir şeyler yapılmasının elzem olduğunu da tespit etmiştir. Bu, kanımca, dönemine göre son derece önemli bir teşhistir. Zira bugün bile, birçok kalem erbabı, Müslümanların özellikle de son iki yüz yıllık dönemde yaşadığı olumsuz tecrübenin asli sorumlusu olarak sömürgecileri görmektedir. Bu yaklaşıma göre, Müslümanlar üzerlerine düşen görevi yapmış; yurtlarını savunmuş ama takdir-i ilahi başka yönde tecelli ettiği için yenilmişlerdir. Yani sorumlu, aslında sömürgecilerdir. Afgani ise, o dönemde ilk defa, ‘esas suçlu’ olarak Müslümanları göstermiştir ve çare olarak da Öze Dönüş’ü önermiştir. Bu öneri, onun döneminde bir ‘uyanış’ çağrısı hüviyetinde iken, zaman içerisinde, bir ‘diriliş’ çağrısına dönüşmüştür. Kurulan İslami Hareketler’in hepsinde, Afgani’nin de Urvet’ül-Vüska’da sık sık zikrettiği: “bir kavim kendi nefsinde olanı değiştirmedikçe Allah onlara verdiği nimeti değiştirmez” ayetine atıf yapılması ‘anlamlı’dır. Bu, “kendimize çeki-düzen vermedikçe başarılı olamayız” anlayışının Müslümanlarda yaygınlaşmasına, zaman içerisinde de dirilişin temel dinamiklerinin oluşmasına neden olmuştur. Bugün İslam dünyasında müthiş bir canlılık olmasının nedeni de esas itibarıyla bu çağrıdır (Arap Baharı denilen sürecin altında dahi, bu diriliş dinamiklerinin izleri vardır). Batı, Müslüman dünyasını artık eskisi kadar kolay sömürememektedir. Gerçi değiştirdiği her ‘tarz’dan sonra kazançlı çıkmasını bilmiştir ama “tarz değiştiriyor oluşu” da, Müslüman dünyasındaki dinamiklerin canlılığını koruduğunun bir başka kanıtıdır. Örneğin Devrim yapılmasına engel olunamamıştır. “İkincisi olmasın” diye işletilen ‘kontrol mekanizmaları’ işe yaramasına rağmen, bu kez, Sünni dünyada otoriter rejimlerin yerine İslamcı hükümetlerin kurulması riski ortaya çıkmıştır. Bunu da Arap Baharı denilen süreç ile belki kontrol altına alacaklardır; ama dinamikler devam ettiği sürece, bu ‘tarz’ın da başarısız olacağına kuşku yoktur. Çünkü bir kavim, gerçekten kendi nefsinde olanı değiştirirse, onların siyasal halinin de değişmesi kaçınılmaz olur. Toplumsal değişim hangi orandaysa elbette siyasal değişim de o oranda olur; ancak sonuçta ‘öz’ünü değiştiren toplumların siyasal değişimi de hak edeceğine kuşku yoktur. İşte Afgani, bu konuda son dönemde ilk defa doğru teşhiste bulunmuş ‘sembol’ bir şahsiyet olarak, mağfiret ve hayr dualarımızı hak etmektedir. (Onun döneminde benzer teşhislerde bulunan pek çok münevver ve ilim adamı var olmasına rağmen, davasına adanmışlığı ve göstermiş olduğu canhıraş çabalar onu diğerleri arasında mümeyyiz kılmıştır.)

Not: Daha fazla bilgi için, Çağdaş Müslüman Düşünce/Sembol Şahsiyetler, Pınar Yayınları, 2015 adlı kitaba bakınız.