Müslüman Düşüncesi

Çağdaş Dönem - Sembol Şahsiyetler

AYETULAH HUMEYNİ:
DEVRİM ÖNDERİ VE ŞİİLİĞİ İÇERDEN DÖNÜŞTÜREN FAKİH
(1902-1989)

Kısa Hayat Hikayesi

Ayetullah Ruhullah Musevi el-Humeyni, 24 Eylül 1902’de, ulema geleneğinden gelen bir ailenin çocuğu olarak, Tahran’ın güneybatısında bulunan Humeyn kasabasında dünyaya geldi. Doğumundan 5 ay sonra babası yerel bir toprak ağasının emriyle öldürüldü; 16 yaşındayken de annesini kaybetti. Küçük yaşlardan itibaren dini eğitim gören Humeyni, 1921 yılında, üzerinde büyük etkisi bulunan Abdülkerim Hairi’nin Erak şehrinde kurduğu Havza-i İlmiye’ye girdi. Hairi, ilim merkezini Erak’tan Kum’a taşıyınca, Humeyni de, 1922 yılında Kum’a gitti. Burada Hairi’nin yanı sıra, Ayetullah Şahabadi, Seyid Ebu’l-Hasan Hakim Kazvini, Hac Mirza Cevad ve Ağa Mir Seyyid Ali Kaşani gibi hocalardan felsefe, ahlak, fıkıh ve usül dersleri aldı. Zekası ve kavrayış gücü ile kısa sürede öne çıkan Humeyni, Hairi’nin gözde öğrencisi oldu. 27 yaşında ilk telif eseri olan Misbah’ul-Hidaye’yi yazdı. Aynı yıl Betül Sakafi Humeyni ile evlendi ve bu evlilikten yedi çocuğu oldu. Bunlardan ikisi hayatını kaybetti. 1930’lu yıllarda Ayetullah Hairi’nin çizgisini takip eden Humeyni, siyasal konularda ondan farklı bir tarza sahipti. 1941 yılında yazdığı politik içerikli ilk kitabı olan Keşf’ul-Esrar’da Rıza Han’ı açıkça ‘zorba’ olarak niteliyor ve onun parlamentosunun çıkardığı yasaların hükümsüz olduğunu söylüyordu. Ancak 5 Haziran 1963’teki ayaklanmaya kadar, Humeyni, Şahlık rejimine karşı aktif bir politik tavır almadı. Hairi’nin 1937’de vefatından sonra Ayetullah’il-Uzma olan Burucerdi de, siyasi konularda suskunluğu tercih eden biriydi. Nitekim Rıza Han’ın 1941 yılında tahttan düşüşü ve Musaddık’ın 1953’te darbe ile iktidardan uzaklaştırılması gibi olaylara karşı sessiz kalmayı tercih etmişti. Humeyni de, farklı hassasiyetlere sahip olmakla birlikte, 1940’lı ve 1950’li yıllarda, genel olarak Burucerdi’nin tarzını benimsedi. (Ancak daha sonra, bu yıllarda ‘devrimci’ bir hareketi başlatmadığı için pişman olduğunu açıkça ifade etmiştir). Burucerdi’nin 1962 yılında vefatı üzerine, Ayetullah’il-Uzma oldu.

Siyasi açıdan ilk ciddi çıkışını 1958 yılında yapan ve gayri İslami uygulamaları nedeniyle Şah Rıza Pehlevi’yi eleştiren Humeyni, 1961 yılında rejim karşıtı gösteriler vesilesiyle yaptığı bir konuşma nedeniyle tutuklanarak Tahran’daki İşretabad askeri cezaevine konuldu. Serbest bırakıldıktan bir yıl sonra, ülkenin siyasi, ekonomik ve dini kurallarını değiştirdiği gerekçesiyle, Şah’ın ‘Ak Devrim’ politikasına karşı çıktı. Şah’a gönderdiği mektupta, İslami kurallara uymaması durumunda sonunun babası Rıza Han gibi olacağını söyledi. Bunun üzerine tutuklanan Humeyni halka direniş çağrısı yaptı. 5 Haziran 1963’te (15 Hordad), Kum, Meşhed, Şiraz, İsfahan, Tahran ve Kaşan’da yapılan gösterilere ordunun ateş açması sonucu yaklaşık 15.000 kişi hayatını kaybetti. Bu tarihten sonra, Şah’a karşı muhalefetin en güçlü sesi konumuna yükseldi. Tedbir almakta gecikmeyen Şahlık rejimi 4 Kasım 1964’te onu sürgüne gönderdi. Önce Ankara’ya getirildi; burada kısa bir süre kaldıktan sonra Bursa’ya nakledildi. Farsça bilen askeri istihbarat uzmanının evinde misafir olarak kalan Humeyni, daha sonra Irak’ın Necef kentine gönderildi. Burada kaldığı 15 yıl boyunca Şahlık rejimi aleyhine yürüttüğü çalışmalara devam etti. Oğlu Seyyid Mustafa’nın 23 Kasım 1977’de gizli istihbarat servisi Savak tarafından öldürülmesinden sonra İran’da geniş katılımlı protesto gösterileri yapıldı ve böylece liderlik poziyonu daha da güçlendi. Halk üzerindeki etkisi artmaya başlayınca, Ekim 1978’de bu kez Fransa’ya sürgüne gönderildi. Rejimin yıkılması yönündeki faaliyetlerini burada yoğunlaştıran yoğunlaştıran Humeyni, mesajlarını ilettiği teyp bantları sayesinde İran’da artık geniş kitleleri yönlendirebiliyordu. 1978 sonlarında kitle gösterileri ve grevler yaygınlaştı ve 16 Ocak 1979’da Şah Muhammed Rıza Pehlevi İran’ı terk etmek zorunda kaldı. 1 Şubat 1979’da İran’a döndü ve görkemli bir şekilde karşılandı. Dört gün sonra yeni hükümeti atayan Humeyni 1 Mart’ta Kum’a yerleşti. Aynı yılın Aralık ayında yapılan anayasa referandumuyla İran İslam Cumhuriyeti kuruldu ve ardından Humeyni ömür boyu siyasi ve dini rehber seçildi.

O, Rehberlik makamında iken farklı gruplar arasında ‘hakem’ pozisyonunda kalmayı tercih ediyor ve tartışmalı konularda son kararı vermekle yetiniyordu. Kısa süre içerisinde sol ve liberal grupları yönetimden uzaklaştırdı ve ulemanın yönetimdeki pozisyonunu güçlendirdi. Şer’i kurallara bağlılık noktasında son derece titizdi; bu bağlamda, kadınların kamusal alanda tesettür kurallarına uymalarını zorunlu kıldı, Batı müziği ve alkolü yasakladı. Dış politikada ise hem ABD’ye hem de Sovyetler Birliği'ne karşı uzlaşmaz bir tutum takındı. Amerika’yı Büyük Şeytan olarak niteleyen Humeyni, SSCB lideri Gorbaçov’u ise bir mektupla İslam’a davet etti. Bir grup üniversiteli gencin 4 Kasım 1979’da Tahran’daki ABD Büyükelçiliği’ni ele geçirip elçilik görevlilerini rehin almasından sonra ABD ile ilişkiler çatışma noktasına geldi. Amerika rehineleri kurtarmak için bir operasyon düzenledi ama başarısız oldu. Eylem, 29 Ocak 1981’te rehinelerin serbest bırakılması ile sona erdi. Ancak başta ABD olmak üzere Batılı ülkeler, Irak lideri Saddam Hüseyin’i İran’a saldırması için teşvik ettiler ve 1980 yılında başlayan bu savaş 1988 yılına kadar sürdü. Savaşın son yıllarında İran’ın cephede yeni mevziler kazanması üzerine ABD sürece müdahil oldu. Savaş boyunca ambargo dahil her türlü baskıya direnen Humeyni, sivil bir İran uçağının düşürülmesi ve ABD’nin bir savaş filosunu Basra Körfezi’ne göndermesi üzerine, ateşkese razı oldu. Devrim’den sonra bütün Batı dünyasını karşısına almasına ve türlü zorluklarla karşılaşmasına rağmen, dirayetli liderliği ile halk üzerindeki nüfuzunu ölene dek korudu. Şeytan Ayetleri adlı kitabın 1988 yılında İngiltere’de yayımlanmasının ardından, kitabın yazarı Salman Rüşdi hakkında ölüm fetvası verdi. Salman Rüşdi saklanarak kurtuldu ama çevirmen Hitoshi İgarashi bıçaklanarak öldürüldü. Humeyni, 3 Haziran 1989 yılında vefat etti. Cenazesine 10 milyon kişilik görkemli bir kalabalık katıldı.

Çağdaş Müslüman Düşüncedeki Yeri

Peki, Ayetullah Humeyni’yi bizim için önemli kılan özellikleri nelerdir? Bunu, iki ana başlık altında ele alabiliriz diye düşünüyorum. İlki başarılı siyasal liderliği, ikincisi ise düşünceleri ve pratiği ile Şiiliği içerden dönüştüren bir fakih oluşudur. Humeyni, Devrim’in lideridir ve devrimci bir liderin nasıl olması gerektiği hususunda önemli işaretler veren biridir. Öncelikle fıkıhta otoritedir; Merci-i Taklid’tir ve Ayetullah’tır. Bu, onun kitlelere liderlik yaparken dayandığı ‘sağlam temel’dir. Zira İslam’da itaat ilişkilerini düzenleyen asli unsur ‘ilimde otorite olmak’tır. Müslümanlar, alimin ilminde kusur görürlerse, itaatleri de o oranda azalır. Evet, Müslümanlar ulu’l-emre itaat ederler; fakat “masiyete de itaat yoktur.” O halde kitlelerin itaatini hak edecek asli unsurun Humeyni’de var olduğunu söyleyebiliriz. Geriye liderlik özelliklerinin ikinci önemli maddesi olan ‘güvenilirlik’ kalmaktadır ki, o, özelikle de Ak Devrim’den sonra ortaya koyduğu tavırla, bu konuda da yetkinliğini göstermiştir. Şah’ın sindirme politikalarına karşı koymuş, direncini sonuna kadar korumuştur. Oğlu SAVAK ajanlarınca öldürülmüş, ama o, mücadele azminden bir şey kaybetmemiştir. Türkiye, Irak ve Fransa’ya sürgüne gönderilmiş, yolundan dönmemiştir. Fransa’da kış günü kaldığı otel odasının kaloriferlerini “halkım soğuktan donarken ben sıcak odamda keyif süremem” diyerek kapattırması ise, onun liderlik özelliklerine sahip olduğunu gösteren tipik örneklerden biridir. Lider bağlılarından önce ‘risk’ alır. Humeyni, bunu hayatının birçok evresinde örnekleriyle ve defaten göstermiştir. Bütün bunlar, sonuçta onu Şah’a karşı verilen kitlesel mücadelede Devrim’in önderliği pozisyonuna oturtmuştur. Humeyni, ayrıca, pek az liderde olan ‘dirayetlilik’ özelliğine de sahiptir. Toplumsal dönüşümlerin zor olduğunun bilincindedir ve ‘dönüm noktası’ sayılabilecek anlarda geri adım atmamaktadır. Nitekim Şah’ın baskısını artırdığı ve sokağa çıkma yasağı ilan ettiği zamanlarda, binlerce kişinin ölmesi pahasına, halka sokağa çıkmalarını ve tanklara karşı direnmeleri emrini verebilmiş, yasağın sıkı uygulandığı zamanlarda da: “evlerinizin damlarına çıkın ve ‘Allahu Ekber’ diye bağırın” diyerek dirayetli bir lider olduğunu kanıtlamıştır. Hatırlanacağı üzere Cezayir’de seçimleri İslamcı FIS partisi kazandıktan sonra da, Ordu, sokağa çıkma yasağı ilan etmiş ve FIS’in lideri Abbas Medeni, Humeyni’nin ferasetini gösterememiş ve taraftarlarına evlerine dönmeleri çağrısında bulunmuştur. O andan itibaren, evlerine dönen FIS mensupları bir daha da sokaklara dönememiştir! Humeyni, Devrim’den sonra, ‘Büyük Şeytan’ olarak tanımladığı Amerika’nın sindirme politikalarına karşı da aynı kararlılıkla direnmesini bilmiş; İranlı öğrencilerin gerçekleştirdiği Büyükelçilik baskını, İran-Irak Savaşı, Ateşkesin kabulü, Gorbaçov’un İslam’a davet edilmesi ve Salman Rüşdi hadiselerinde de stratejik ve taktik hesaplar yapabilen bir lider olduğunun örneklerini vermiştir. Şunu rahatlıkla ifade edebiliriz ki, Humeyni’nin dirayetli liderliği sayesinde Devrim birçok badireden kolayca sıyrılmasını bilmiştir.

Ancak Humeyni’yi bizim için daha önemli kılan diğer özelliğidir ki, o da Şiiliği içerden dönüştüren bir fakih olmasıdır. Humeyni, 1970 yılında sürgünde bulunduğu Necef’te İslami yönetim üzerine verdiği derslerde (bunlar daha sonra Hükümet-i İslami: Velayet-i Fakih adıyla kitaplaştırılmıştır) ifade ettiği görüşlerle, kanımca, Şiilik tarihinde bir ‘devrim’ yapmıştır. Çünkü klasik Şiilik’te imamların yahut fakihlerin ‘siyasal liderlik’ yapması meşru değildir. Çünkü İmam’ın gaybûbetinde dünya zulümle dolacaktır ve Müslümanlar için, bu dönemde Mehdi’yi beklemekten başka yapacak bir şey yoktur. Hatta yönetim kadrolarında yer almak, günahtır, zulümdür. Humeyni Velayet-i Fakih kavramsallaştırması ile bu inancı yıkmıştır. Şeriat’ın emirlerini uygulamanın zorunluluk olduğu ve bu görevin ertelenemeyeceği yönündeki görüşleri ikna edicidir, delilleri de sağlamdır. Her ne kadar kendisi gibi merci-i taklid kabul edilen bazı Ayetullahlar bu görüşlerinin Şiiliğe zarar verdiğini söyleseler de, Devrim sürecinin de yardımıyla, Humeyni’nin görüşleri tabanda yer tutmuş ve devrimci kitlelerin Devrim sürecindeki direncini beslemiştir. İran İslam Cumhuriyeti kurulup Şeriat (Caferi fıkhına göre) resmen ilan edilince de, artık, Şiilik tarihinde yeni bir sayfa açılmıştır. Bin yılı aşkın bir süredir ‘iktidar’dan uzak duran Şia, şimdi ‘yönetim’dedir ve bir ülkeyi İslam hukukuna göre idare etmek durumundadır. Bu, Şia teorisinin önemli bir ayağının Şii Müslümanlarca ‘yeniden düşünülmesi’ gibi bir netice doğurabilir ki, düşünce tarihimiz açısından son derece önemli bir husustur. Aynı şeyi, Humeyni’nin devrim sürecinde ‘takiyye’nin de geçerli olamayacağı yönündeki düşüncesi için de söyleyebiliriz. Takiyye de Şia düşüncesinde önemli bir kavramdır ve Humeyni, takiyyenin artık geçersiz olduğu yönündeki görüşleriyle, geleneksel Şii inancını dönüştürmüş bir kişidir. Elbette ki onun görüşlerini benimsemeyen Şii ulema da olmuştur ve bunların sayıları hayli de fazladır. Fakat ‘uygulama’, bu dönüşümün kaçınılmazlığını ortaya koymaktadır. Devrim yapılmış, İslami Hükümet kurulmuştur. Bu şartlar altında artık ‘yönetime uzak durma’nın da takiyye yapmanın da gereği kalmamıştır. Bu fiili durumun, teoriye etkisinin olmaması ise imkansızdır! Gerçi Humeyni’den sonra Devrim kadrolarının benzer (orijinal) fetvalar verdiğini pek göremiyoruz. Hatta geleneksel Şia eğilimlerinin İran’da giderek güç kazandığını dahi gözlemleyebiliyoruz. Fakat bütün bunlar dahi, bu tecrübenin önemini inkar etmeye yetmemektedir. Evet, Mehdi gelmediği halde İslami bir hükümet kurulmuştur ve Şeriat’ın hükümleriyle hükmedilmektedir. İran’da iktidar olan Şii Müslümanlar, takiyye’nin gerekli bir kavram olmadığını bizzat yaşayarak görmüşlerdir. Bunların, Şii teolojisine (belki kısa belki uzun vadede) etki etmemesi mümkün değildir. İşte Humeyni’yi Çağdaş Müslüman Düşünce açısından asıl önemli kılan yönü kanımca burasıdır. Kendisi dahi böyle bir şeyi amaçlamamış olabilir; ama Devrim sürecinde yaşananlar, böyle bir sonucu doğurmuştur. Ve bu husus, geleneksel Şia inancının revize edilmesi açısından son derece önemlidir.

Bununla birlikte, Humeyni sonuçta bir Şii fakihtir ve Şiiliğin temel doktrinlerini sorgulamış biri de değildir. Ali Şeriati’nin sorgulayıcılığı onda yoktur. Temel Şia kavramlarına bağlıdır; yaptığı bazılarını ‘yenilemek’ten ibarettir. (Bu manada ona ‘müceddid’ de denilebilir). Mehdi’nin geleceğine inanmaktadır ama o gelmiyorsa da Şeriat’ın hükümlerinin uygulanabileceğini düşünmektedir. Takiyyeye devrim sürecinde ihtiyaç kalmadığına kanidir ama kavramın kendisine karşı değildir. Ayrıca güçlü bir tasavvuf eğilimi de vardır. Bunu Gorbaçov’a yazdığı İslama Davet mektubunda açıkça görebiliyoruz. Özü itibarıyla siyasi olan bir metinde, İbni Arabi düşüncesine atıfta bulunarak tasavvufi bir terminoloji kullanabilmiştir. Yani ‘geleneği sorgulama’ noktasında Şeriati’deki duruşu Humeyni’de göremeyiz. Esasen onun amacı, Şiiliği dönüştürmek de değildir. O, Şii inancına göre İslami bir Hükümet kurmaya çalışmaktadır. Tabii ki bunu yaptığında, Şia inancının bazı kavram ve ilkelerine ilişkin sorgulama süreci bir biçimde başlamış olmaktadır ama onun amacı bu değildir. Bu, şartların doğurduğu bir durumdur. O bakımdan, Humeyni’nin ‘dönüştürücülük’ vasfının genelde ‘pratikle’ ve belirli bir alanla (ki ona ‘siyasal alan’ diyebiliriz) sınırlı olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Ancak tabii ki, bu bile, Şia’nın bin yıllık tarihsel süreci içerisinde başlı başına önemli bir husus olarak görülmelidir.

Not: Daha fazla bilgi için, Çağdaş Müslüman Düşünce/Sembol Şahsiyetler, Pınar Yayınları, 2015 adlı kitaba bakınız.