Yorum

'İTTİFAK' VERSUS ERDOĞAN: KİM ZARARLI ÇIKTI BU 'KAVGA'DAN?

7 Haziran seçimleri nihayet yapıldı ve iktidar partisi AKP, seçimlerden ciddi yara alarak çıktı. Aslında seçim öncesi yapılan anketler AKP’nin oy kaybedeceğini gösteriyordu, fakat kaybın bu denli büyük olabileceği pek beklenmiyordu. İktidar partisinin seçim kampanyasına Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dahil olması da sonucu değiştirmeye yetmedi ve Erdoğan karşıtlarının oluşturduğu ‘ittifak’ seçimden başarıyla çıktı. Peki, bundan sonra ne olacak? Acaba, iktidar partisinin tek başına hükümet kurma imkanını kaybetmiş olması, Erdoğan cephesinin süreç içerisinde giderek daha çok mevzi kaybedeceği anlamına mı geliyor, yoksa, Erdoğan, bozulmuş olan imajını zamanla düzeltip yeniden eski gücüne kavuşabilecek mi? 7 Haziran’ı, acaba normal bir genel seçim tarihi olarak mı görmek gerekiyor, yoksa Türkiye siyasetinde önemli bir ‘dönemeç noktası’ olarak mı nitelemek lazım? Erdoğan’a karşı kurulan ‘ittifak’ bir süre sonra dağılacak mı, yoksa güçlenerek ülke siyasetinde daha etkin bir konuma mı gelecek? Bütün bu sorulara cevap vermek için, son birkaç yıldır yaşanan süreci dikkatlice değerlendirmek gerekiyor.

Bazılarımız hatırlayacaktır, 17/25 Aralık ‘operasyon’larının ardından Umran’ın Ocak 2104 sayısında yazmış olduğum “Gülen vs. Erdoğan: Kim Zararlı Çıkar Bu Kavgadan?” başlıklı yazıda olan-biteni değerlendirmeye çalışmış ve bir ‘yorum’da bulunmuştum. Buna göre, gelişmeleri Gülen grubu ile Erdoğan’ın arasındaki şahsi bir mesele olarak görmek yanlıştı. Çünkü mesele, Gülen grubu ile Erdoğan arasındaki bir sorundan kaynaklanmıyordu, bilakis esasta, bir ‘sistem’ meselesiydi ve ‘küresel aktörler’i de doğrudan ilgilendiriyordu. Sorun, özetle şu idi: ‘eski rejimi’ geriletmek için bir ‘proje’ doğrultusunda iktidara getirilenler, kendileri için çizilen ‘sınır’ı aşmışlardı. Bu yüzden, te’dip edilmeleri gerekiyordu. Gülen grubunun bu işte ‘aktif’ rol üstlenmesi ise, ‘işlevselliği’ dolayısıyla idi. Bu işlevsellik, zamanında Erdoğan iktidarlarının gücünü artırmakta kullanılmıştı, şimdi de tam ters istikamette kullanılabilirdi. Zira hem kamuda normal bürokrasi çarkının işleyişinin dışında bir ‘emir-komuta zinciri’ne sahipti, hem de ‘sosyolojik’ ve ‘ekonomik’ bir tabanı vardı. Bu iki özellik, bu grubu iktidar tarafından gelebilecek baskılara karşı ‘görece’ daha dirençli kılıyordu. Nitekim ‘üst akıl’ olarak nitelenen küresel güçler, bu ‘imkan’ı iyi değerlendirdiler ve Erdoğan iktidarına karşı bir ‘operasyon’ başlattılar. O yorumumuzda, ayrıca, her iki tarafın da bu ‘kavga’dan zararla çıkacağını, ama daha çok zarar görebilecek olan tarafın Erdoğan iktidarı olduğu öngörüsünde bulunmuştuk. Bunun nedeni, hem bu grubun sahip olduğu ‘sosyolojik’ ve ‘ekonomik’ taban dolayısıyla kendisini görece koruyabilecek imkanlara sahip olması, hem de bu ‘operasyon’un esasen küresel güçler tarafından yapılıyor olması idi. Biz bu öngörümüzün 7 Haziran seçimlerinden çıkan sonuç ile doğrulanmış olduğunu düşünüyoruz. Birçoklarının “inlerine girilerek yok edileceklerini” sandıkları Gülen grubu süreç içerisinde yok edilememiş ve yine birçoklarının “iktidarını giderek sağlamlaştırdığı ve Başkan olabileceği” yorumunda bulundukları Erdoğan bu seçimlerden yara alarak çıkmıştır. Evet, gelinen bu aşamada şunu rahatlıkla söylemek mümkündür ki, Erdoğan iktidarına karşı kurulan koalisyon (veya başka bir ifade ile ‘ittifak’) son 2-3 senedir fiilen yürütülen ‘operasyon’da başarıya ulaşmış ve ‘kavga’dan Erdoğan ve ekibi daha fazla zararla çıkmıştır.

Peki, bundan sonra ne olacaktır? Bu sorunun cevabını vermeden önce, sürecin mahiyetine dair bir değerlendirme yapmayı yararlı görüyoruz. Öncelikle, “bütün bu olan-bitenin nedeni neydi?” sorusunun doğru cevaplandırılması gerekiyor. Bu noktada yapılacak bir yanlış, öngörünün de isabetsiz olması sonucunu doğuracaktır. Bize göre, ‘sınırların aşılması’nı şöyle izah etmek mümkündür: malum olduğu üzere, dünyada bir ‘uluslararası düzen’ var ve (İran ve Kuzey Kore gibi birkaç ‘haydut devlet’ dışında) bütün ulus-devletler de bu düzenin ‘vazgeçilmez unsurları’dır. Yani bu devletlerde iktidara gelen veya getirilen kişiler, bir biçimde uluslararası düzenle ‘ortak’ çalışmak durumundadırlar. Türkiye gibi ülkelerde ise, yeni iktidara gelecek olanların, küresel sistemin banisi durumundaki Amerika ile ‘öngörüşmeler’ yapması ‘teamül’ haline gelmiştir. Buna bir nevi dolaylı ‘vize’ almak da denilebilir! İktidar değişimindeki genel tarz bu şekilde olmakla birlikte ‘vizesiz’ iktidar olma ihtimali de yok değildir. Nitekim bazı coğrafyalarda ‘izinsiz’ yapılan küçük-çaplı askeri darbelerde bu durum karşımıza çıkmaktadır. Ancak, bu olsa bile, ‘iktidarı sürdürmek’, daha doğrusu, küresel sistemle “uyum içinde” çalışmak için ‘sınırlar’a dikkat etmek gerekmektedir. Aksi takdirde, en azından, ‘sorun’ çıkmaktadır! Bu nedenle, mevcut uluslararası düzen içerisinde bir ‘aktör’ olarak rol almak isteyenlerin neyi yapıp neyi yapamayacağı üç aşağı beş yukarı bellidir: “kırmızı çizgilere riayet edilecektir.” Bu çerçeveden bakıldığında, Türkiye’de son on küsur yılda olanları şöyle yorumlayabiliriz: evvela, bölgede İslami akımlar güçlenmekte ve baskıcı rejimler giderek kan kaybetmektedir. Bu rejimlerin devrilmesi durumunda ‘radikal’ unsurların iktidara gelmesi ihtimal dahilindedir ve bunu önlemek gerekmektedir. Bunun için yapılması gereken, radikal unsurların zeminini zayıflatacak ‘Ilımlı İslam’ politikasını devreye sokmaktır. Böylece küresel sistem ‘söylem üstünlüğü’ne sahip olacak, itirazını sürdüren unsurlar ise ‘marjinalleştirilmiş’ olacaktır. Buna ilaveten, Türkiye’deki siyasal sistem, özellikle ‘temsil’ noktasında bir kriz içerisindedir ve buna da bir çözüm bulmak gerekmektedir. Cumhuriyet’in kuruluşundan beri ‘muhafazakar’ kesimler iktidar imkanlarından yararlanamamışlar ve ötelenmişlerdir. Bu kesimlerin ‘sistem içerisine’ dahil edilmesi durumunda, hem sistem krizi çözümlenmiş olacak, hem de Ortadoğu’da uygulanmak istenen Ilımlı İslam politikası güç kazanacaktır. İşte bu temel gerekçelerle, muhafazakar çevreler son on küsur yılda taze kan olarak sisteme eklemlenmişlerdir. Bu, bilinçli bir politikadır; başka bir ifade ile, bir ‘proje’dir. Tabiatıyla bu politika, ‘eski rejim’in bütün unsurlarının da geriletilmesini ve olabilecek en dar sınırlarına çekilmesini de gerektirmiştir. Bir çok unsurun yanında Gülen grubu ve Erdoğan iktidarı bu noktada ‘ortak’ bir çalışma yürütmüşler ve Ergenekon-Balyoz gibi davalarla eski rejimin askeri vesayetini, liberal-demokrat entelektüellerin desteğiyle de ‘entelektüel vesayeti’ önemli ölçüde törpülemişlerdir. Burada tekrar ifade edelim ki, bunlar, hep bir ‘izinle’ yahut ‘göz yumma’ ile olmuştur. Ancak, tabiatıyla, bu icraatın da bir sınırı vardır! İşte sorun, bu ‘sınır’ aşıldığı zaman ortaya çıkmıştır. Gerek ‘iktidar oyunları’ndaki tecrübesizlik, gerek ‘açlık’, gerekse ‘entelektüel yetersizlik’ nedeniyle, iktidarın yeni sahipleri kendileri için tayin edilen sınırın dışına çıkmışlardır. Bu durumda küresel gücün yapacağı şey bellidir: yeni iktidar sahiplerine sınırlarını hatırlatmak! İşte son birkaç yıldır fiilen yaşadığımız olayların basit izahı budur. Hakan Fidan olayından sonra somut bir şekilde başlayan bu süreç, Gezi Olayları ile devam etmiş ve 17/25 Aralık operasyonlarıyla da zirve noktasını bulmuştur. Ondan sonraki gelişmeleri ise, artık ‘sınır hatırlatma’ kavramıyla değil, ‘kavga’ terimiyle izah etmek daha doğrudur. Taraflar belli olmuş, kılıçlar çekilmiş ve fiili bir mücadele başlamıştır. Taraflardan birini Erdoğan ve çevresi temsil ederken, diğerini, ‘ittifak’ olarak nitelendirebileceğimiz kesimler temsil etmiştir. Bu ittifakın içerisinde, Gülen grubunun yanı sıra, AKP dışındaki siyasi partiler, uluslararası medya, bazı sivil toplum örgütleri vs. bulunmaktadır. Yürütülen ‘operasyon’ çerçevesinde, küresel güçler, önce ‘ittifak’ın yerel unsurlarını ‘konsolide’ etme çabası göstermişler ve bunun için yerel seçimler ile Cumhurbaşkanlığı seçimlerini vesile kılmışlardır. Genel seçimlere kadar geçen süre içerisinde, normalde yan yana gelemeyeceği düşünülen unsurların ‘ortak’ hareket edebilecek bir ‘pozisyon’a gelmeleri sağlanmış, Erdoğan-karşıtlığı çerçevesinde bir ‘zımni işbirliği’ vasatı oluşturulmuştur. Erdoğan’ın süreç içerisindeki ‘ben-merkezli’ tavır ve tutumları da bu işbirliğini perçinleyici bir işlev görmüştür. Böylece ‘ittifak’ genel seçimlere ‘güçlü’ bir şekilde girmiş ve 13 yılın ardından Erdoğan’ın partisi AKP tek başına iktidar olma imkanını kaybetmiştir. Altını çizerek ifade etmek istiyoruz ki, bu sonucun alınmasında Erdoğan’ın seçim sürecinde benimsediği yanlış stratejinin de rolü vardır, ancak bu, abartılmamalıdır. Daha doğrusu, bunu doğru yorumlamak gerekir. Bize göre, ‘operasyon’u yürütenler, Erdoğan’a bu ‘şansı’ vermemişlerdir. Yani süreç içerisinde Erdoğan’ın ‘hırçın’ ve ‘kural tanımaz’ bir biçimde davranmış olması, onun ‘mecbur bırakıldığı’ bir şeydir ve o da bunu yapmak durumunda kalmıştır. Biz burada sadece ‘siyaset bilimi’nin değil ‘psikoloji’ disiplininin imkanlarından da yararlanıldığını düşünüyoruz. Sonuç itibarıyla, Erdoğan, “tek çarenin direnme olduğu”na ikna edilmiştir. O da seçim sürecinde bunun gereğini yapmış ve ‘sert’ bir kampanya yürütmüştür. Ancak bu, “planlandığı gibi”, ters tepmiş ve sadece karşıt bloğun değil, AKP’nin tabanında bile bu ‘kibirli’ tavır tepki görmüştür. AKP’nin oylarının ‘hatırı sayılır’ oranda düşmesinin birinci derecede nedeni budur. Özetle ifade edecek olursak, 7 Haziran seçimlerini, yerel seçimler ile Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde konsolidasyon sürecini tamamlamış olan ‘ittifak’ın Erdoğan cephesine karşı ‘zafer’ kazandığı bir ‘dönüm noktası’ olarak nitelemek mümkündür.

Bundan sonra olabileceklere dair ise şunları söyleyebiliriz: bize göre, ‘ittifak’, daha doğrusu, ‘operasyon’u yürütenler, ‘tam netice’ almadan süreç nihayete ermeyecektir. Bu, Erdoğan’ın siyasetteki etkinliğinin biteceği anlamına gelmez. Fakat onun ‘etkisizleştirilmeye’ çalışılacağı anlamına gelir. Esasen, bu, Erdoğan’ın şahsiyetiyle veya ‘inhisarcı’ tavırlarıyla da ilgili değildir. Onun icraatlarının siyasal sistemde sorun doğuruyor olması ve sistem içerisindeki diğer aktörlerin bunun önünü alamaması ile ilgilidir. Dolayısıyla, burada, ‘dışarıdan bir el’ duruma müdahil olmak durumundadır ve küresel güçler de bunu yapmışlardır! Yani, 7 Haziran’dan itibaren, artık Erdoğan, eski Erdoğan olmayacaktır, olamayacaktır. Peki, bunu kendisi isteyecek midir yahut buna razı olacak mıdır? Burada soru işaretleri olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Bize göre, Erdoğan, mevcut şartlar içerisinde, ‘operasyon’u yürüten küresel güçlerle ‘yeniden’ barışmak isteyebilir. Ancak bu isteğin kabul görmesi zordur. Buradaki gerekçemiz de şudur: Amerika, ‘sorun’ yaşadığı ülkelerdeki liderlerin bir daha eski konumuna gelmesine ‘özellikle’ izin vermemektedir. Bunu da ‘imaj’ını korumak için yapmaktadır. Yani bununla küresel güç olarak dünya halklarına şu mesajı vermek istemektedir: “benimle bozuşan iflah olmaz.” Sırf bu nedenden dolayı, Erdoğan’ın Amerika ile arasının eskisi gibi olması mümkün görünmemektedir. Yani Amerika, bir şekilde Erdoğan’ı ‘cezalandıracaktır’ ki, ele güne karşı ‘ibret’ olsun! Bu arada, Erdoğan ile Amerika’nın arasının düzeldiğine işaret eden geçici bazı gelişmeler olabilir, ancak buna aldanmamak gerekir! Çünkü bu “sık-gevşet” politikasının sonucu olarak ve hedefin ‘zaaf anını’ yakalamak için yapılacaktır. Bu öngörümüzün gerekçesine dair burada iki örnek vermek istiyoruz: ilki, Suriye’de benzer bir duruma düşen Esed yönetimiyle ilgilidir. Bilindiği gibi, Amerika, BOP planı çerçevesinde Mübarek ve Zeynel Abidin yönetimlerinin düşmesinden sonra Esed yönetiminin de artık Suriye’de bir meşruiyetinin kalmadığını ilan etmiş ve ondan sonra da ülkedeki muhalif grupları açıktan desteklemiştir. Ancak geçen zaman zarfında ülkedeki gruplar arasında bir konsolidasyon sağlayamadığı ve IŞİD gibi yeni unsurlar sürece dahil olduğu için, bir müddet sonra Esed rejiminin devrilmesi gerektiği yönündeki ‘sert’ beyanlarını değiştirmiş ve ‘ılımlı’ bir üslup kullanmaya başlamıştır. Peki, bu Amerika’nın Esed yönetiminin değişmesi gerektiği yönündeki fikrinden döndüğü anlamına mı gelmektedir? Biz öyle düşünmüyoruz. Burada olan şudur: Amerika, ülkedeki gruplar bir ‘ittifak’ oluşturamadığı için Esed rejiminin devrilmesi yönündeki faaliyetlerini ‘askıya almıştır.’ Askıya alma, amaçtan vazgeçme anlamına gelmez. Çünkü eğer amacından vazgeçerse, küresel güç olarak ‘itibar kaybı’na uğrar. Bunun olmaması için, Amerika şu anda Suriye’de ‘dengeli’ bir politika gütmekte; bir yandan ‘ılımlı’ bir üslupla Esed rejiminin değişmesi gerektiğini ifade etmekte, öte yandan, muhalif grupları konsolide etmeye çalışmaktadır. Bu süreç, ancak muhalif gruplar bir ‘ittifak’ oluşturduğunda bitecektir. İşte o zaman Esed rejiminin devrilmesi kolaylaşacaktır. Tıpkı Saddam rejiminin devrilmesi örneğinde olduğu gibi, o zaman Suriye’de bir yerlerde ‘kimyasal’ silah vs. bulunacak ve böylece rejimin dünya nezdindeki ‘imaj’ı iyice zedelenerek ‘operasyon’ yapılmasının önü açılacaktır. Dolayısıyla, bazılarının sandığı gibi, Amerika, Suriye’de Esed rejimini devirmekten vazgeçmiş değildir. Bilakis, sadece değişim için ‘beklemektedir.’ İkinci örneğimiz Saddam rejiminin akıbetiyle ilgilidir. Malum olduğu üzere, Saddam, İran Devrimi’nden sonra Batı ile ortak çalışmış ve İran’a karşı savaşı, tabiri caizse, ‘Batı adına’ açmıştır. Fakat zaman içerisinde “yapmış olduğu yanlışlar nedeniyle” Amerika ile arası bozulmuştur. Peki, arası bozulduktan sonra Amerika Saddam’ı hemen birkaç günde iktidarından mı etmiştir? Hayır. Bilakis uzun vadeli denebilecek bir plan doğrultusunda, Amerika, ilkin Saddam rejiminin değişmesi gerektiğini ilan etmiş, ardından Saddam’ın elini kolunu budamış, nihayet, ülkedeki muhalif güçleri organize edip rejimi devirmiştir. Dikkat edilirse, Amerika ile Saddam’ın arasının bozulduğu tarih 1991 iken, Saddam rejiminin devrildiği tarih 2003’tür. Aradan geçen 12 yılda Amerika ne yapmıştır? Kürt ve Şii muhalefeti organize etmiş, silahlandırmış ve iktidara hazır hale getirmiştir. Peki, aynı şey Suriye’de de mi olacaktır? Yani Esed rejiminin devrilmesi için yine bir 10-12 yıl mı gerekecektir? Hayır. Bu süreler, ülkelerin şartlarına göre değişir. Belki Suriye’deki süre daha uzun olabilir, belki daha kısa. Bunu ülkedeki ‘dinamikler’ yani muhalif grupların durumu belirler. Ama Irak’ta olan şey de, tıpkı Suriye’de olduğu gibi, şudur: Amerika, şartların uygun hale gelmesini beklemekte, bu noktada somut bir ilerleme kaydettikten sonra fiilen harekete geçmektedir. Bu hususun Türkiye örneğini değerlendirirken de göz önünde bulundurulması gerekmektedir.

Türkiye’de olan ise şudur: Amerika, Erdoğan iktidarının ‘sınırları’ ihlal ettiğine karar verdikten sonra, ‘operasyon’u demokratik kanalları kullanarak yapmıştır. Türkiye örneğinin Suriye ve Irak örneklerinden farkı budur. Bu da yine ülkedeki ‘dinamiklerle’ ilgili bir husustur. Yani eğer ülkede demokratik kanalları kullanarak bir değişim mümkünse, Amerika önce bu kanalları kullanmayı ister. Çünkü maliyeti daha azdır ve daha güvenli bir yoldur! Suriye ve Irak’ta böyle bir durum söz konusu olmadığı için, orada mücadele ‘sert’ geçmektedir. Bu açıdan bakıldığında, 7 Haziran seçimlerinden sonraki süreçte de ‘operasyon’un devam edeceğini söyleyebiliriz. Burada ‘erken seçim’ veya ‘koalisyon’ seçenekleri üzerinden bir takım öngörülerde bulunabiliriz. Ancak ne olursa olsun, önümüzdeki dönemde ‘operasyon’ bir şekilde devam edecektir. Zira bu, sadece Erdoğan’ın tumunun sorun doğuruyor olmasıyla alakalı değil, bilakis daha ziyade Amerika’nın ‘imajı’ ile ilgili bir meseledir. Amerika, önceki (ve halihazırdaki) pratiklerine bakıldığında, öyle görünüyor ki, ‘sınırları aştığını’ düşündüğü Erdoğan’ı cezalandırmaktan vazgeçmeyecektir ve bunu yapmak için 7 Haziran seçimlerinden sonra çıkan ‘fırsatlar’ı değerlendirmeye çalışacaktır. Burada Amerika’nın yine ‘aceleci’ davranmayacağını da ifade edelim. Çünkü ‘sistem’ (ve onun bazı uzantıları) geçen zaman içerisinde AKP’nin uygulamalarından kısmi zararlar zarar görmüştür ama varlığını sürdürmektedir. Sistem-içi kanalları kullanma imkanı olduğu sürece, Amerika, başka yollara tevessül etmeyecektir. Bu da, bundan sonraki süreçte, sistem-içi imkanlar olarak ‘koalisyon’ veya ‘erken seçim’ seçeneklerinin denenebileceği anlamına gelir. Ancak burada Erdoğan’ın süreç içerisinde takınacağı tutum da önemlidir. Bize göre, Erdoğan da geri adım atmayı düşünmeyecektir. Çünkü bu, yenilgiyi kabul anlamına gelir. Öte yandan, böyle bir şeyi yapmak istese bile buna izin verilmeyecektir, çünkü bu da Amerika’nın imajını zedeler. Bu durumda, önümüzdeki süreçte tarafların giderek sertleşmesi ihtimali de önümüzde durmaktadır.

Bütün bunların ötesinde, olan-bitenlerden çıkarılması gereken dersler vardır ki, bize göre bunların başında, “sistem-içi mücadele” ile elde edilebilecek sahici bir ‘kazanım’ın olmadığı hususu gelmektedir. Bu ülkede AKP’nin 13 yıllık tek parti iktidarından sonra gelinen şu son nokta, bu hususu bazı kesimler için yeterince açık bir şekilde ispatlamıştır diye düşünüyoruz. Gerçi AKP, bir ‘proje’dir; önceden düşünülmüş ve planlı bir şekilde de uygulanmıştır. Ancak bu iktidar döneminde ‘sistem-içi’ kanalları kullanarak bazı ‘emelleri’ne ulaşabileceklerini sananlar da olmuştur ki, bizim sözümüz bunlara yöneliktir. Bilinmelidir ki, hiç bir sistem, kendisini yok edeceğini düşündüğü unsurlara serbest hareket etme yahut güçlenme imkanı tanımaz. Eğer bir sistem, bu unsurları içine alıyor, palazlanmasına vs. izin veriyorsa, burada bir ‘düşüncesi’ olmalıdır. Bu düşüncenin, muhalif unsurları ‘başkalaştırarak’ (sürece dahil olmayı reddedenleri de ‘marjinalize ederek’) yok etmek olduğu ise aşikardır. Bu bakımdan, aslında, ‘sistem-içi mücadele’ yöntemi, muhalif akımlar için kurulmuş bir ‘tuzak’tan ibarettir. Çünkü kurallar bellidir ve roller dağıtılmıştır. Süreç içerisinde rolünü oynamak istemeyen (yahut rolünü iyi oynayamayan) ‘sistem dışına’ çıkmak durumunda kalır. İşte, sistemin kendisini korumak için aldığı ‘güvenlik tedbiri’ budur. Dolayısıyla, bu yolun sonu çıkmaz sokaktır. Süreç içerisinde elde edildiği sanılan ‘kazanımlar’ ise birer seraptan ibarettir. Zira sistem hayatiyetini devam ettirdiği müddetçe, ‘sıfırlama’ her zaman mümkündür. Ayrıca ve bundan daha önemlisi, bu ‘kazanımlar’ muhalif unsurları sisteme eklemleme işlevi görmektedir. Geçen her zamanda da kazanan sistem olmaktadır. Çünkü sizin ‘kazanımınız’ arttıkça, sisteme eklemlenme düzeyiniz de artmakta, böylece sistem daha da güçlenmektedir. Şayet süreç içerisinde bir ‘kaza’ olursa, o zaman da sistem, ‘sil baştan’ yapabilmekte ve elde ettiğinizi sandığınız şeyleri sizden geri alabilmektedir. Bu konuda Türkiye’den verilebilecek en iyi örneklerden biri ‘başörtüsü’nün kamuda serbest bırakılması uygulamasıdır. Bir çokları, özellikle de bazı ‘İslamcı’ gruplar, yasağının kalkmasını İslami hareket adına bir ‘kazanım’ olarak görmüşler ve bu noktada AKP iktidarına destek vermişlerdir. Peki, bunu ‘sahici’ bir kazanım olarak görmek mümkün müdür? Bizce değildir. Zira yine demokratik yollardan bir iktidar değişimi gerçekleştiğinde, yasağın yeniden gelmesi ihtimali (sistem varlığını koruduğu için) her zaman vardır. Çünkü bir yönetmelikle kaldırılan yasağı, başka bir yönetmelikle yeniden koymak mümkündür. Buna kim, hangi gerekçe ile karşı çıkacaktır? Ancak, pür İslami bir gerekçe ile buna itiraz edilebilir ki, o da ‘sistem dışına çıkmak’ anlamına gelir. Zira başörtüsünün Allah’ın emri olduğu gerekçesiyle kamuda yasağın kaldırılmasını istemek, ‘İslamcı’ bir dava gütmek demektir ki, ‘sistem içi’ unsurlara böyle bir ‘hak’ tanınmamıştır. Buradan şu netice çıkar: İslami bir emri sahici manada uygulayabilmek için, ‘yasal’ güvencenin olması gerekir. Bunu ise ancak, bir ‘toplumsal/siyasal irade’ sağlayabilir. Yani İslami hükümlerin toplumda uygulanabilmesinin güvencesi, esasen, ‘halkın iradesi’dir. Arkasında halk iradesi olmayan hiçbir yasal hüküm sahici manada uygulama imkanı bulamaz. Bu ise, esasen, bir ‘toplumsal değişim’ meselesidir. Yani toplum “kendi nefsinde olanı” değiştirmedikçe, İslami hükümlerin yasal meşruiyet kazanması imkanı yoktur. Çünkü bunun için ‘ter’ gerekecektir, ‘gözyaşı’ gerekecektir, ‘kan’ gerekecektir. Yani sahici manada bir ‘bedel’in ödenmesi gerekecektir. Peki, bu açıdan bakıldığında, 13 yıllık AKP iktidarında bunların olduğunu mu görüyoruz, yoksa sahte kazanımlar peşinde koşulduğunu mu görüyoruz? Bu sorunun cevabı çok açık olduğu için, bu konuda daha fazla söz söylemeyi zaid addediyoruz.

Buradan da şu netice çıkar: muhalif unsurlar sistem içi kanalları kullanırsa, bundan karlı çıkan hep ‘sistem’ olur! 7 Haziran seçimlerinden sonra, bir arkadaşımla seçim sonuçlarını değerlendirirken, konu buraya gelince bendeniz bu değerlendirmeleri o arkadaşıma da yaptım ve kendisine, gelinen bu aşamada ortaya çıkan sonucun ‘doğal’ olduğunu söyledim. Bunun üzerine arkadaşım bana sitayişle şunları söyledi: “peki bu hep böyle mi devam edecek; birileri bizimle ilgili bir ‘plan’ yapacak ve sonuç hep onların istediği gibi mi olacak?” Ben de bunun üzerine: “yanlış yolda yürümeye devam edersek, evet” cevabını verdim. Gerçekten de öyledir. Değişimin bir ‘sünnet’i vardır. Buna uymak gerekir. Eğer başka yollara tevessül ederseniz, başarılı olamazsanız. Peygamberler, kendilerine yapılan ‘teklifler’i boşuna reddetmiyorlar. Çünkü bunlar ‘sahte kazanımlar’dır. Esasen, kaybeden, teklifi kabul edendir. Mekkelilerin “gel, başımıza kral ol” teklifini kabul etseydi, bilelim ki, kaybeden Hz. Peygamber olurdu. Çünkü onlar bu teklifi boşuna yapmıyorlar. Hz. Peygamber’den bir konuda ‘taviz’ istiyorlar. Eğer onu alırlarsa, kendisini ‘kral’ olarak kabul edeceklerini söylüyorlar. Onlar da biliyorlar ki, bu tavizi kopardıklarında, esasen kaybeden, teklifi kabul edendir! Dolayısıyla, orada mücadele ‘sahici’ bir şekilde gerçekleşiyor ve bunun bilincinde olan Hz. Peygamber de, “blöfünüzü gördüm, teklifi reddediyorum” diyerek, muhataplarının anlayacağı dilden onlara hitap ediyor. Burada ise sorun, ‘muhalif’ olduğu iddiasında olanlardadır. Yani sistem neyi niçin yaptığını biliyor, ama sistem-içi kanalları kullanarak bir yerlere gelebileceklerini sananlar, bir şeyin farkında değiller ki o da şudur: sistem boşuna, muhafazakar-demokratlara iktidar nimetlerini vermiyor, sistem boşuna başörtüsü yasağının kaldırılmasına göz yummuyor! Bunların hepsi bir şey için yapılıyor ki, biz, bunu çok yazdık, çok söyledik. Burada bir kez daha yineleyelim: esasen, bugün mücadele, küresel güçler ile gerçek İslamcılar arasında geçmektedir. Bunu küresel güçler de, ‘gerçek İslamcılar’ da çok iyi bilmektedir. ‘Sahte İslamcılar’ ise, burada, sadece bir ‘rol’ oynuyorlar. Bunu ‘danışıklı dövüş’ kavramı ile izah edebiliriz. Küresel güçler, ringe ‘gerçek İslamcılar’ın çıkmasını istemiyorlar. Çünkü tarihsel tecrübeden de gayet iyi biliyorlar ki, ‘gerçek İslamcılar’ın ringde direnme kapasitesi yüksektir! Her ne kadar şu an sahip oldukları ‘güç’ açık bir zafer kazanmaya yetecek kadar olmasa da, rakiplerine atacakları sahici yumruklar, kitlede bir ‘ümid’in doğmasına neden olabilir. O yüzden, küresel güçler, bu küçük ihtimali göz önünde bulundurarak, ringe ‘gerçek İslamcılar’ yerine, ‘sahte İslamcılar’ın çıkmasını istiyorlar. Sahte İslamcılar da ringe çıkınca, tabiatıyla, bir güzel ‘benzetiliyorlar.’ Sonra küresel güçler, kitleye dönerek: “bakın, gördünüz mü, İslamcılar’da da iş yokmuş!” diyorlar. İşte, ‘sahte İslamcılar’ın halihazırda yaşanan mücadeledeki rolü budur. Sırf bunun için, bugün ‘sahte İslamcılar’ın önüne kırmızı halılar seriliyor, rüyalarında göremeyecekleri imkanlar bahşediliyor! Ama bilinmelidir ki, mücadelenin akıbetini her zaman ‘sahici rakipler’in durumu belirler. Bu nedenle, önümüzdeki süreçte olabilecekleri doğru tahmin edebilmek için, ‘gerçek İslamcılar’ üzerinden bir değerlendirme yapılmalıdır. Bu noktada söylenebilecek olanlar ise şunlardır: Küresel güçlere karşı sahici mücadeleyi ‘gerçek İslamcılar’ vermektedir, fakat onların da bir takım zaafları vardır. Bunların başında da ‘düşünsel zaaflar’ gelmektedir. Düşünce henüz ‘okullaşamadığı’ için, gerçek İslamcılar, fiili mücadelede henüz yaygın ve açık zaferler kazanamamaktadırlar. Ancak süreç, olumlu yönde gelişmektedir ve zaman gerçek İslamcılar lehine işlemektedir. İslamcılık düşüncesi, giderek, rafineleşmektedir ve bu gelişim trendi devam ederse, bir süre sonra düşünce ‘okullaşacaktır.’ Düşüncenin okullaşması demek, potansiyellerin fiilayata çıkması demektir. Çünkü o zaman ‘kesin inançlılar’ ortaya çıkacak ve Hakk davasını ölesiye savunacaklardır. Bugün küresel güçlerin yaptıkları planların tutmasının nedeni, Hakka davasını savunduğunu iddia edenlerin kafalarının karışık olmasıdır. Şüphe, aktiviteyi önler. Dinamizm ise, ‘inanç’tan kaynaklanır. O yüzden, “inananlar güçlüdür.” Çünkü inanç, güç doğurur. Bugün Müslümanların gücü yoksa, belli ki sorun, ‘inanç’ alanındadır. Yani inandığını söyleyenler, acaba gerçekten inanıyorlar mı? Sorun buradadır. Ayet, bize bunun cevabını net olarak vermektedir. O halde yapılması gereken şey bellidir: Mü’min olduğunu söyleyenlerin ‘iman’ını kavileştirmek! Bunun ise ‘denetlenebilir’ tek ve güvenli yolu, “ilmi artırmaktır.” Çünkü ‘ilim’ betona verilen su gibidir. Gerektiği gibi verilirse, imanı güçlendirir. Yani müminler olarak, bizimle ilgili yapılan planların tutmaması için yapılacak şey, ‘bilgi’ sahibi olmak, bilinçli olmak ve bilinçli hareket etmektir. Bunu yapabildiğimiz zaman, işte ancak o zaman, başkalarının bizimle ilgili yapmış olduğu planlar boşa çıkacak ve “akıbet müminlerin olacaktır.”

M. Kürşad Atalar

Temmuz 2015 Umran Dergisi


Facebook'ta Paylaş Tweetle