Yorum

BEŞİNCİ YILDÖNÜMÜNDE "ARAP BAHARI": "YENİ SYKES-PİCOT" YERİNE "YENİ WESTPHALİA" MI?

Cengiz Çandar

"Arap Baharı" sona ermiştir. Ortada "devrim" yoktur. "Arap Ayaklanmaları" bitmiş ya da ezilmiştir. Bu durumda, "Yeni Sykes-Picot"dan ziyade, gelecek, bir "Ortadoğu Westphalia"sına daha uygun gözüküyor.

Arap Baharı ifadesi Amerikan basını tarafından geliştirildi. Amerikalılar, son yıllarda eski Sovyetler Birliği ve Ortadoğu’da ortaya çıkan büyük çaplı kitlesel kalkışmalara nedense meyve, çiçek, vs. gibisinden doğayı çağrıştıran sıfatlarla niteleme yoluna gittiler. Gürcistan’da ve Ukrayna’da yasemin, portakal devrimlerinden, 2005’te Suriye askeri gücünün Lübnan’ı terketmesine yol açan gelişmeler için Lübnan bayrağındaki sedir ağacına gönderme yaparak, sedir devriminden söz etmiş olmaları gibi. Oysa, bu ülkelerin hiçbirinde kendileri yaptıklarından böyle söz etmediler. Yani, aktörler, gerçekleştirdiklerini Amerikan medyası gibi nitelemedi.

Örneğin, “Sedir Devrimi” nitelemesinin her gün satır satır yer aldığı günlerde, Lübnan’da tek bir Lübnanlının ağzından ülkelerinde cereyan edenden “Sedir Devrimi” diye söz edildiğini duymadım.

Aynı şekilde de, Tunus’ta bir seyyar satıcı, Muhammed Buazizi’nin kendisini yaşadığı çaresizliğe isyan duygusu içinde yakmasıyla ateşlenen 2010 Aralık ayında ateşlenen ve özellikle Ocak 2011’de Mısır’da zirveye vuran gelişmeler için kullanılan “Arap Baharı” nitelemesi, Araplar tarafından kullanılmadı.

Amerikan medyası, özellikle, Libya’nın ardından Suriye’deki çatışmalarla işin içine kan girince, “Arap Baharı”ndan vazgeçip, sanki mevsimler geriye doğru yol alabilirmiş gibi “Arap Kışı”ndan söz etmeye girişti.

“Arap Baharı”ndan hiçbir zaman söz etmemiş bulunan Araplar, bunun yerine, “Devrim” (Arapça Thawra) ya da “Arap Ayaklanmaları” demeyi tercih ettiler.

Tunus’taki katı ve çeyrek yüzyıldan fazla sürmüş, kimsenin aklına bir-iki hafta içinde yıkılabileceği gelmemiş olan Zeynel Abidin Ali rejiminin büyük kitle gösterilerinin patlak vermesi üzerine çökmesi ama en önemlisi, Arap Dünyası’nın en büyük, en kalabalık, en önemlisi “trendsetter” sayılan etkili ülkesi Mısır’ın Tunus’u izleyerek, Ocak 2011’in son haftasında, belkemiğini başkent Kahire’nin ortasındaki Tahrir (Kurtuluş) Meydanı’ndaki büyük gösterilerin oluşturduğu sürecin sonucunda, nispeten, kansız biçimde rejim değişikliği yaşamış olması “Devrim” ve“Arap Ayaklanmaları” nitelemelerini doğrular nitelikte göründü.

Zaten, Libya’da sarsılmaktaydı ve 1969’dan beri ülkesine hükmetmekte olan Muammer Kaddafi’nin koltuğu sallanıyordu. Bir yandan da rejimi sarsan gelişmeler, Arabistan yarımadasının en uç noktasına, Yemen’e ulaşmış; diğer yandan da Körfez’de, uzun bir köprüyle Suudi Arabistan’a bağlı küçük bir ada olan ve nüfus çoğunluğu İran etkisine açık Şii olmakla birlikte, Suudi gölgesi altındaki bir Sünni hanedan yönetimindeki Bahreyn’e de uzanmıştı.

Ve, 15 Mart 2011 tarihinde Suriye’nin Ürdün sınırına bitişik Deraa kentinde de gösteriler patlak verince ve hemen ardından başkent Şam’ın merkezindeki Emevi Camii’nin çevresinde protestocu toplulukların ortaya çıktığı işitilince,“devrim”in, nihayet Kuzey Afrika’dan, yani “Magrip”ten gelip, “Maşrık”a, Ortadoğu’nun kalbine de gelip dayandığı düşüncesi uyandı.

Bütün bunlar, bir “devrim” yaşanmakta olduğu ya da Batı tarihindeki 1848 devrimleri analojisine imkân veren türden, tarihin yönünü değiştireceği düşüncesini uyandıran “Arap Ayaklanmaları”na tanık olunduğu algısını güçlendirdi.

Bununla birlikte, Arap dünyasının, sol-Arap milliyetçisi düşünce akımlarına mensup kimileri, pan-Arabizm’in büyük ismi Nasır döneminin etkilerini sürdüren unsurlar, olan biteni tam tersine, arkasında “Batı emperyalizmi”nin bulunduğu, “ikinci Sykes-Picot senaryoları”yla açıklama yoluna gittiler.

Bunların başında, 1960’lı yılların unutulmaz ismi, El-Ahram’ın başyazarı, Nasır’ın sözcüsü, eski Enformasyon Bakanı, ünlü gazeteci ve yazar Muhammed Hasaneyn Heykel geliyordu.

Geleneksel Arap düşünce kalıbına göre, Arap dünyasında büyük altüst oluşları, Batılı dış unsurun senaryoları ve oyun planları dışında anlamak ve yorumlamak mümkün değildi ve yanıltıcı olurdu.

Kendi payıma, esas olarak, 2011 Ocak ayında gelişen ve Mısır’da zirvesine varan gelişmelerden büyük heyecan duydum ve yaşananları, Birinci Dünya Savaşı’nda dönemin büyük güçleri, özellikle İngiltere ve Fransa tarafından parçalanmış olan Arapların, kendi kaderlerine ellerine alarak tarih sahnesine girmeleri olarak görmeyi seçtim.

Bölgenin ve halklarının ikinci bir büyük parçalanmayı yaşayacakları anlamındaki “Yeni Sykes-Picot” iddialarını doğru bulmadım ki, bunların başına çekenler arasında, yakın dostum, Lübnanlı lider Velid Cunblat da bulunuyordu ve Sykes-Picot’nun 100. yıldönümü olan 2016 yılında, Suriye’de yaşananlara bakarak, daha da kuvvetli bir kanaatle bulunmaya devam ediyor.

Yani, 2011 ile birlikte “devrim” ya da “Arap Ayaklanmaları” yaşandığı düşüncesindeydim.

2016’nın ilk ayını arkamızda bıraktığımız şu dönemde, yani “Arap Baharı”“devrim” ya da “Arap Ayaklanmaları”, her ne sıfatla ifade edilecekse edilsin, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da yaşananlar ile vardığımız nokta nedir? Nereye doğru yol almaktayız?

Dünya dengelerini etkileyecek çapta bir uluslararası vekâlet savaşının sahnesi haline gelmiş ve rejimi ayakta kalan Suriye’nin siyasi manzarası, bu arada 2013’te Temmuz’unda Mısır’da askeri darbe sonucu General Abdulfettah Sisi’nin iktidara el koyması ve sonrasında hileli olduğu söylenemeyecek bir seçimle cumhurbaşkanı seçilerek iktidarını pekiştirmesi, Libya’nın parçalanması, Yemen’in Suudi Arabistan-İran rekabetini yansıtacak bir şekilde Suudi saldırganlığının hedefi olması ve bütün bunların yanısıra Irak başta olmak üzere birçok ülkenin geleceğinin belirsizliğe sürüklenmesi, bana, olanların bir “devrim” ya da “Arap Ayaklanmaları” olarak nitelenemeyeceği hükmünü verdiriyor.

“Yeni Sykes-Picot”nun isabetli bir niteleme ve değerlendirme olacağına ilişkin itirazım sürüyor. Ortada bir “devrim”in bulunmaması, “Arap Ayaklanmaları”ndan söz etmenin doğru olmadığı, “Yeni Sykes-Picot” ihtimalinin geçerli olduğunu bana söyletebilmiş değil.

“Arap Baharı” değil, “devrim” değil, “Arap Ayaklanmaları” değil; öyleyse, olanlara nasıl bir isim bulmalıyız?

Galiba, en doğrusu bir isim bulmaktan bir süre için vazgeçmeliyiz. Şurası oldukça kesin gözüküyor ki, Ortadoğu, olağanüstü bir tarihi geçiş dönemini yaşıyor ve bu geçiş döneminin ne kadar süreceğini, nerede, ne şekilde sonuçlanacağını kestirebilmek, şu gün itibarıyla mümkün değil.

Bütün bölge adeta bir “tarih şantiyesi” konumunda; tarih, bölgede yeniden inşa ediliyor. Ne var ki, bu inşaatın“mimari planı”nı göremiyoruz ve muhtemelen yok da. Bu olgu, başlı başına, yaşananları, son derece kaotik kılıyor. 

Her biri tek başına ve başlı başına bölge tarihinde yeni sayfa açma potansiyeline sahip bir dizi gelişme, eş zamanlı olarak ya da birbirinden kısa aralıklarla birbirlerine eklenerek, ortaya çıktılar. Ve, içiçe geçerek bölgenin müthiş kaos manzarasını daha da karmaşık bir hale soktular.

“Arap Baharı” diye nitelenmiş olan Kuzey Afrika’nın iki ülkesinde önce Tunus’ta ve hemen sonrasında Mısır’da patlak veren ve Libya’nın da üçüncü halka olarak izlediği gelişmelerin sonucundaki rejim değişikliklerinin aslında “siyasal İslâm”ın Sünnî versiyonu olan Müslüman Kardeşler’i iktidara taşıdığına bakılırsa, Şii karakterli İran İslam Devrimi’nin tam tersi yönden gelen ve ters karaktere sahip bir “Sünni İslâm Devrimi” yaşanmış olduğundan söz edilebilir.

Tunus’ta, Tunus’un Müslüman Kardeşler’ine tekabül eden an-Nahda’nın (Rönesans-Yeniden Doğuş) iktidara gelmesi, Mısır’da Mübarek’in devrilmesinin hemen ardından ordunun gözetimindeki gerçekleştirilen parlamento ve cumhurbaşkanlığı seçimlerini Müslüman Kardeşler’in kazanmış olması, Libya’da Kaddafi sonrası kurulan ilk hükümette Müslüman Kardeşler’in Libya kolunun ağırlığı ve Suriye’de olayların patlak vermesinden birkaç ay sonra Türkiye’nin himayesinde oluşturan muhalefet kuruluşu Suriye Ulusal Meclisi’nin belkemiğini Suriye Müslüman Kardeşleri’nin oluşturmuş olması, yukarıdaki değerlendirmeye doğruluyor.

Ne var ki, Müslüman Kardeşler, Mısır’da iktidarı kaybettiler. Mısır’ın dramı, sadece 2013 Temmuz’unda General Sisi’nin askeri darbesini yaşamış olması değildir. Müslüman Kardeşler, Mısır’ı yönetmeyi beceremediler. 2011 Ocak ayında Tahrir’de görülen kitlelerin iki misli büyüklüğünde kitleler, sokaklara ve Tahrir’e döküldü. Müslüman Kardeşler, Mısır’da yenildi ve yıkıldı.

Libya parçalandı. Ülkenin bazı bölgelerinde, IŞİD paraleli Selefi-Cihadî gruplar iktidarı ele geçirdi. Libya’da bir Müslüman Kardeşler iktidarı söz konusu değil, zaten bütünlük içinde bir Libya söz konusu değil.

Suriye’de rejime karşı mücadelede Müslüman Kardeşler, “Sünni muhalefet”in bayrağını IŞİD, el-Kaide’nin Suriye kolu olan an-Nusra, ve çeşitli farklı ilişki yapılarına sahip Ahrar eş-Şam, vs. gibi Selefi-Cihadi güçlere ve örgütlere kaptırdılar.

Suriye, uluslararası büyük güçlerin –başta Rusya- doğrudan dahil olduğu, bölgenin büyük güçlerinden İran’ın sahasında, yine doğrudan yer aldığı amansız bir savaşla paramparça durumda. “Arap Baharı”nı da, “devrim”i de, “Arap Ayaklanmaları”nı hükümsüz kılan, Suriye’nin kendisi oldu.

Suriye ile birlikte, Suriye savaş alanı esas olmak üzere, bölgede yaşanan Avrupa’nın 17. Yüzyılında, 1618-1648 yılları arasında yaşanan ve Westphalia Düzeni ile noktalanan Otuz Yıl Savaşları’nın “Ortadoğu versiyonu”dur.

Mezhep savaşları en amansız haliyle ve uluslararası güçlerin devreye girmesiyle dünya satranç tahtasında yeni uluslararası dengeyi ve güç ilişkilerini belirleyecek cinsten bir mücadele, merkez alanı Suriye toprakları olmak üzere, bölge ekseninde cereyan ediyor.

“Arap Baharı” sona ermiştir. Ortada “devrim” yoktur. “Arap Ayaklanmaları” bitmiş ya da ezilmiştir.

Bu durumda, “Yeni Sykes-Picot”dan ziyade, gelecek, bir “Ortadoğu Westphalia”sına daha uygun gözüküyor. Tabii, sahnedeki uluslararası güçlerin varlığı ve aktiviteleri nedeniyle, Ortadoğu, bir “Ortadoğu Westphalia’sı”ndan da öteye, genel anlamda bir “Yeni Westphalia” ile noktalanabilir.

Ne zaman, nasıl?

Bilmiyorum. Bunun cevabını ancak, belki on yıllar sonra, gelişmeler yaşandıktan sonra tarihçiler tarafından net bir şekilde verilebilecek.

Türkiye’yi yaptıklarını, yapmakta olduklarını ve yapması gerekenleri bu geniş çerçeve içinden değerlendirmek isabetli ve doğru olur.

Türkiye, “Arap Baharı” denilen 2011 başındaki gelişmelerin başlamasına kadar “komşularla sıfır sorun” politikası diye ifade edilen formülasyona göre, Ortadoğu’ya “yumuşak güç projeksiyonu” ile girmeye çalışan ve bu yönde hayli başarılı yön kat etmekte olan bir ülkeydi.

Tarihi paylaştığı, eski coğrafyası ilişkileri yeniden canlandırmakta ve etkili bir ağırlık ortaya koymaktaydı. AKP iktidarının 2011’e kadar olan dönemine damgasını vuran bu politika, bölge ülkelerinde “rejim değişiklikleri”ni öngören yani uluslararası ilişkiler terminolojisiyle “revizyonist” bir politika değildi. Tersine, “statüko” öncelikli bir politikaydı.

2011’de bölge statükosu bozulunca, statükonun sürdürülmesi imkânı ortadan kalkınca, Türkiye’nin politikası da değişmek zorundaydı ve değişti.

Tunus’ta ve Mısır’da “değişim”i destekledi ve hatta “sponsor” oldu. Dolayısıyla, “revizyonist” ülke konumuna kaydı. Bu nedenle, Suriye konusunda –ki, Suriye, Türkiye’nin Ortadoğu kapısı ve en uzun sınırının (911 kilometre) bulunduğu ülke- olaylar patlak verdikten sonra, o güne kadar çok sıkı fıkı ilişkiler geliştirmiş olduğu Esad rejimini destekleyemezdi.

Bununla birlikte, Esad rejimini destekleyememe hali, rejimin tahmin edilen kısa süre içinde devrilmeyeceği ortaya çıkmış olduktan sonra ve en önemlisi ABD’nin Obama’nın yaklaşımı gereği, Suriye’de kesinlikle askeri rol oynamayacağı besbelli hale geldikten itibaren, sanki bu unsurlar olmamış ve yokmuş gibi devam ettirilmesi zorunlu bir hal de değildi.

Türkiye, Suriye’de “revizyonist” olmanın da ötesine geçerek, yanlışta ısrar eden ve dış politikada en büyük kozu olan“laik ülke” konumunu terkederek “mezhepçi” davranışlara kayan ve dolayısıyla kendisini bölgesel ve uluslararası alanda giderek zayıflatan ve yalnızlaştıran bir ülke görünümüne girdi.

İngilizlerin dünyanın en önemli gücü oldukları sırada, bu gücün projeksiyonu anlamında 19. Yüzyıl sonunda benimsedikleri “Splendid Isolation” yani “Muhteşem Tecrit” politikası yanlış bir tercüme ve hatalı bir algılama sonucunda, Türkiye’nin başarısız politikası “değerli yalnızlık” diye saçma sapan bir etiket ile anlamlandırılmaya çalışıldı.

Türkiye’nin en büyük hatası, iktidar sahiplerinin, “Arap Baharı” diye nitelenen gelişmeler dizisine bakıp, kendileriyle aynı ideolojik dalga boyundaki Müslüman Kardeşler'in Kuzey Afrika Arap ülkelerinde iktidara gelmesini kalıcı bir olgu olarak algılaması, Suriye’de de bunun mümkün olacağını düşünerek, Suriye politikasına bu yanlış algının yön vermesine izin vermesi yani “dar mezhepçi politika”ya savrulmaları oldu.

AKP iktidarı, lider Tayyip Erdoğan ve dış politika ideologu Ahmet Davutoğlu aracılığıyla, Müslüman Kardeşler iktidarları üzerinden Türkiye için “güç projeksiyonu” yapmaya, kendi anladıkları haliyle eski “Osmanlı gücü”nü Ortadoğu’da ihya etmeye kalktılar.

“Bölgesel güç” olma iddiasındaki ve kendini öyle saymaya devam eden bir ülkenin, İsrail’de, Mısır’da, Suriye’de büyükelçisiz kalması, Bağdat ve Tahran üzerinde nüfuzunun bulunmaması ve geldiği noktayı “değerli yalnızlık” diye meşrulaştırmaya çalışması, bölgedeki Türkiye fotoğrafını kendiliğinden net biçimde gösteriyor.

Değerinin ne ve ne kadar olduğu tartışmalı, ama “yalnızlık” hali tartışmasız bir Türkiye var Ortadoğu’da. İsmi, Suriye’de kazanma şansı olmayan ve son günlerde kaybettikleri daha belirgin biçimde görülen bir dizi Selefi/Cihadi örgütü Suudi Arabistan ve Kata rile desteklemeye sürüklenmiş, bölge politikası söz konusu olduğunda ismi Suudi Arabistan ve Katar ile anılan bir Türkiye, Ortadoğu’nun bugünlerinde görünen Türkiye.

Türkiye’nin bu duruma düşmesinin en önemli nedenlerinin başında, Kürt olgusuyla bir türlü başedememiş olması geliyor. 2011’den sonra Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler Suriye’ye gelip dayanınca, Suriye’de merkezi otoritenin yani rejimin egemen gücünü ülkenin her köşesine yayamayacağını kısa süre içinde görmek gerekiyordu.

Suriye’deki gelişmelerin yönü doğru okunsaydı, en önemli bölümlerinin yerleşik bulunduğu Türkiye sınırına bitişik bölgelerde, Suriye Kürtlerinin kendi kendilerini yönetme aşamasına geçecekleri ve bu aşamada PYD’nin başı çekeceği görülebilirdi.

Türkiye’de iktidar,  PKK ile yürütmekte olduğu “çözüm süreci”nin oluşturduğu ortamdan özellikle yararlanarak, PYD ile özel ilişkiler geliştirebilir ve kendi güvenlik kaygılarını bu şekilde giderme yolunu seçebilirdi.

Oysa, “Kürt fobisi” ve ademi-merkeziyetçi her ihtimale ilişkin bilinen devlet alerjisi ağır bastı ve iktidarın “ümmetçi-İslamcı-mezhepçi” ideolojik yanıyla birleşerek, Suriye Kürtlerine karşı IŞİD’le üstü kapalı ilişkilere gidecek kadar yanlış politikaların içine girildi.

Yani, Suriye’de 2011 sonbaharından başlayarak, -o tarihe kadar rejim ile temas kanalları açık tutulmuştu- Türkiye, Suriye’de sadece yanlış yaptı, yanlış üzerine yanlış yaptı.

Geldiğimiz noktada, Türkiye, kendi içinde PKK’ya karşı tekrar savaşa tutuşmuş iken, PYD’yi de “terörist” görmektedir ve öyle ilân etmiştir ama o PYD, Türkiye’nin en büyük ve en önemli NATO müttefiki olan ABD ile askeri işbirliği içindedir; Rusya ile hem askeri ve hem de siyasi temaslara sahiptir.

Türkiye’nin, hem rejimin kalbi sayılan Lazkiye’ye doğru Hatay vilayetinin Yayladağ ilçesinin hemen güneyinde ve en önemli tarihi ve jeopolitik bağlantısını ifada eden Halep’in kendi sınırlarına kadar olan kuzeyinde etkisi ve lojistik bağlantıları hemen hemen sıfırlanmıştır ya da sıfırlanmak üzeredir.

Suriye politikası, tek kelimeyle iflâstır. Suriye, Türkiye’nin Ortadoğu kapısı olduğuna göre, tüm bölge politikasını da Suriye’deki iflâs üzerinden okumak gerekir.

Eğer bir beyaz sayfa açmak mümkün olsaydı, Türkiye nasıl bir politika izlemeliydi sorusu sorulabilir. Ama ne yazık ki, tarihi geriye çevirmek mümkün değil. 2011’den bu yana yaşanmış olanları, Suriye başta olmak üzere bölgede hareket halinde bulunan yeni dinamikleri, Suriye’de oluşmakta olan yeni güç dengesini, Suriye’deki Rusya askeri varlığını, Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkilerin 24 Kasım 2015 günü bir Rus savaş uçağının düşürülmesinden sonra izlediği seyri kaydetmeden bir beyaz sayfa açmak mümkün değil.

Ama soruya illa cevap aranıyorsa, en kestirme ve en doğru cevap, şu olabilir: Türkiye, 2011 yılının yaz sonundan itibaren, Suriye’de ne yaptıysa, tam tersini yapmalıydı!

O takdirde, her şey, çok fark ederdi.

Öyle bir cevap, bundan sonra ne yapmalıdır diye bir soru sorulduğu takdirde, bu sorunun da doğru cevabı olur.

Yani, şu sırada ne yapıyorsa, ne yapmaktaysa, tam tersini yapması…

08.02.2016

http://www.radikal.com.tr/yazarlar/cengiz-candar/besinci-yildonumunde-arap-bahari-yeni-sykes-picot-yerine-yeni-westphalia-m-1506683/


Facebook'ta Paylaş Tweetle