Yorum

KUTUB’U NASIL ANLAMALI?

M. Kürşad Atalar

Camiamızda bazı kesimler son zamanlarda Seyyid Kutub’u farklı bir şekilde tartışmaya başladılar. Önceleri ‘devrimci İslam’ın ideologu olarak gördükleri ve özellikle de ‘toplum tanımı’ ve ‘davet yöntemi’ konusundaki görüşlerini neredeyse ‘tartışılmaz’ kabul ettikleri Kutub, artık onlar için, ‘modası geçmiş’ düşünceleri savunan yahut da “görüşleri ancak kendi dönemi için doğru kabul edilebilecek” bir kişi haline gelmiş bulunuyor. Acaba bu yaklaşım değişikliği, “değişen şartlara uygun” fetva bulma kaygısından mı kaynaklanıyor yoksa daha başka (ve olumsuz) bir eğilimin habercisi mi? Bu soruya cevap aramadan önce şu tespiti yapmakta yarar görüyorum:

Bana göre, yol, tarz veya tutum değişikliği, eğer makul sınırlar içerisinde değilse, genellikle ‘ilim’ veya ‘ahlak’ temeli zayıf olan kişilerde görülen bir hususiyettir. Çünkü ‘değişim’ dediğimiz şey, eğer olumlanacaksa, ‘iyi’ ve ‘doğru’ya doğru olmalıdır. Mesela ‘cehalet’ kötü; ‘ilim’ ise iyi bir şeydir. Kişinin cahillikten alimliğe doğru ‘evrilmesi’ iyidir ve herkes tarafından olumlanır. Fakat ‘iyi’ bilinen bir insanın ‘değişmesi’ ve kötü şeyler yapmaya başlaması herkesi üzer. Bundan dolayıdır ki, kafir olanın değişip mümin olması olumlu karşılanırken, mümin iken irditat eden kınanır. Görüş veya tavır değişikliğinde ise biraz daha farklı bir durum vardır. Burada mesele, uzun yıllar belirli bir görüşü savunan bir kişinin daha sonra ‘değişmesi’, yani başka görüşe meyledip öncekinden farklı bir hayat sürmesidir. Bu, haklı bir temele dayanmıyorsa, ‘döneklik’ olarak nitelenir ve kınanacak bir davranış olarak görülür. Bu niçin böyledir? Bu kişiyi de neden tıpkı kafirken mümin olan kişi gibi görmeyiz? Bunun cevabı bellidir: çünkü burada ‘samimiyet’ görmeyiz. Bu kişi, evet, değişmiştir ama bunu ‘hakikat arayışı’ sonucu yapmamıştır. Ya bir çıkar için, ya korkudan ya da başka bir nefsî zaafından dolayı yapmıştır. Bu yüzden, bu türden değişiklikleri olumlamayız ve sahiplerini de vicdanlarımızda mahkum ederiz.

Peki, camiamızda ‘savrulanlar’ için ne söyleyebiliriz? Bunlar acaba daha önce farkına varmadıkları bir gerçeği yeni fark ettikleri için mi yollarını değiştirmişlerdir, yoksa çıkar için veya başka bir nefsî zaaftan dolayı mı görüşlerini yahut hayat tarzlarını değiştirmişlerdir? Sahi, ne olmuştur da, bu kişiler ‘değişmişlerdir’? Nida Dergisi’nin daha önceki sayılarında veya başka vesilelerle defaatle ifade etmiş olduğum gibi, bu kişiler, kanaatime göre, esasen ‘ilmî temelleri’ zayıf oldukları için değişmişlerdir. Çünkü bizler hiçbir peygamberin ‘değiştiğini’ göremiyoruz. Bunu sağlayan şey, onların insanları ‘bilinçli bir şekilde’ çağırmalarıdır. Çünkü onlar, vahyin inzal olmasıyla birlikte, gerçeği bulmuşlardır. Bu noktada o kadar ‘emin’dirlerdir ki, tabiri caizse, ‘başlarını kesseniz’ yollarından dönmezler. Yani siz bir peygamberi (olumsuz manada) değiştiremezsiniz. Peki, onların bizim için usvetun hasene olmaları ne anlama gelir? İstersek bizim de onlar gibi olabileceğimizi, yani “başımızı kesseler yolumuzdan dönmeyebileceğimizi” gösterir! Hal böyle olunca, ‘savrulanlar’ için ancak şunu söyleyebiliriz: onlar, bir peygamber gibi bilinçli olmayı başaramamışlardır. Eğer öyle olmasaydı, değişmezlerdi. Başka bir ifadeyle söyleyecek olursak; bu kişiler ilmî temelleri zayıf olduğu için, nasıl inanmak gerekiyorsa öyle inanmadıkları için, nefsî zaaflarına yenik düştükleri için vs. ‘değişmişlerdir.’ Bunun başka izahı olamaz. Ayrıca bir başka kategori daha vardır ki, bizim konumuz esasen bunlarla ilgili değildir. Bu kategoriye girenler, bilgi temelleri zayıf olduğu halde, kendilerini ‘bilgili’ sanırlar ve insanlara ‘bilgiçlik’ taslarlar. Fakat ne zaman ki gerçeği görürler ve cahil oldukları anlaşılır, o zaman hallerini değiştirirler ve başka bir yol tutarlar. Bunların kötü niyetli olanları olduğu gibi, samimi olanları da vardır. Kötü niyetliler dalalet yoluna saparlar, samimi olanlar ise, önceki durumları için tevbe edip hak yoluna yönelirler ve kendilerini ıslah ederler. Camiamızın ‘tövbekar’ müminlerinin çoğu, esasen, bu kategoridendir. Bunları, ‘savrulanlar’ veya ‘dönekler’ kategorisinden ayrı mütalaa etmemiz gerekiyor.

Demek ki, ‘değişim’ meselesinde iki kategori öne çıkıyor: ilki ‘dönekler’, ikincisi ise, ‘ilmî temeli’ zayıf olduğu için ‘değişenler.’ ‘Döneklik’ aslında haklı bir gerekçeye dayanarak görüş veya tavır değiştirmekle değil, daha çok ‘çıkar’la veya bir ‘zaaf’la ilgili bir şey olduğu için, üzerinde çok durmayı gerektirmeyecek bir konudur. Her ideolojide, her dinde veya inanç sisteminde bu türden kişilere rastlanır ve bunlar hakikat arayışında olanlarca itibar da görmezler. Çünkü bu, esasen, ‘fikir’ ile değil, ‘kişilik zaafı’ ile ilgili bir şeydir. Dolayısıyla, bazı dönemlerde sayıları diğer kategoridekilerden çok daha fazla olsa da, bu kişileri baz alarak ‘değişim’ olgusunu tartışmak doğru olmaz. Doğru olan, değişim meselesini ‘bilgi düzeyi’ zaviyesinden ele almaktır. Bu açıdan baktığımızda, Seyyid Kutub ile ilgili olarak ‘görüş değiştirenler’ için ne diyebiliriz? Bunlar ‘döneklik’ yaptıkları için mi Kutub’u artık eskisi gibi olumlamıyorlar, yoksa esasen ‘fikrî temelleri’ zayıf olduğu için mi bu değişimi yaşadılar? Naçizane kanaatime göre, Kutub hakkında kanaati değişenler, çoğunlukla ikinci gruba mensuptur. Yani bu kişilerin kanaat değişikliği yaşamasının sebebi, ‘ilmî temelleri’nin zayıf olmasıdır. Bu kişilerin önce de sonra da ‘kafası karışıktır.’ En azından bir peygamber gibi net değildirler. İşte bu kafa karışıklığı, bir süre sonra, onlarda fikir veya tavır değişikliğine neden olmaktadır. Bu karışıklık giderilmediği sürece de, bugün sahip oldukları fikirde de sebat edemeyeceklerini (yarın başka başka fikirlere yöneleceklerini) rahatlıkla söyleyebiliriz! Dolayısıyla mesele, esasen, ‘sabiteler’ konusuyla ilgilidir.

Şimdi bazı örnekler üzerinden görüşümüzü test edebiliriz: Mesela, önceleri ‘cahiliye’ toplumunda Cuma namazı kılanları kınayan (hatta tekfir eden) bir kişi, daha sonra Cuma namazında en ön safta görülüyorsa, bu kişi için ne söylenmelidir? Burada birkaç ihtimalden bahsedebiliriz: bu kişi ya cahilliğini anlayıp ‘hidayet’e ermiştir, ya tekfirci iken de ön safta namaz kılarken de “ne yaptığını bilmiyordur” ya da bir ‘çıkar’ veya ‘zaaf’tan dolayı farklı pratiklerde bulunmaktadır. Bunların her üçü de ihtimal dahilindedir. İlkini yapan olumlanır, üçüncüsünü yapana itibar edilmez, ikincisini yapan ise ‘köteklik’tir! Dolayısıyla, burada ikinci ve üçüncü kategoriden çok ilk kategori üzerinde yoğunlaşmamız gerekiyor. Dikkatli bir gözle bakılınca, burada da alt kategorilerin olduğunu görüyoruz. Bir dönem tekfirci anlayışta olan halktan bazı kişilerin daha sonra değiştiklerini ve Cuma günleri cemaatin ön safında yer aldıklarını biliyoruz. Fakat bunların dışında, özellikle ‘aksiyoner’ kesimde de görüş değiştirenler vardır. Nitekim biliyoruz ki, camiamızda bir dönem samimi olarak “İslam’ın hakim olmadığı yerlerde Cuma namazı kılınmaz” diyerek “Cuma’ya gitmeyen” ama sonra dahil olduğu grubun liderini ‘imam’ olarak görüp ‘cahiliye’ ortamlarında bile Cuma namazı kılınabileceği görüşüne meyledenler bulunmaktadır. Bu kişiler, ‘fikren değiştikleri’ni beyan ediyorlar ve onun için bu şekilde amel ettiklerini söylüyorlar. Bu hususta samimi olanlar için elbette söz söylenemez. Fakat bu görüş değişikliği, yeni kanaatin ‘daha isabetli’ olduğu anlamına mı geliyor? Asıl tartışılması gereken nokta burasıdır. Cuma namazı meselesinde tartışılan konulara bakıldığında, ‘ortam’ bakımından esasta bir değişiklik olmadığı için, kanımca, yeni fetvanın daha isabetli olduğunu söylemek zordur. O halde burada başka bir şey olabilir mi? Mesela ‘maslahat’ gereği böyle bir fetva verilmiş olabilir mi? Bazı grupların görüş değiştirmesinde bunun etkili olduğu söylenebilir. Fakat bence bundan daha önemli olanı, meselenin ‘yetkinlikle’ ele alınmayışıdır. Yani ‘ilmî eksiklik’tir. Naçizane kanaatime göre, bu konuda tavır değişikliği yaşayanlar, (önce de sonra da) meselenin özüne vukûfiyet kesbetme noktasında zaafları olan kişilerdir ve ‘fetva değişikliği’nin asıl nedeni de budur. İlmî yetkinlik noktasındaki zaafları devam ettiği sürece de, bu veya başka konulardaki fetvaları da değişime açıktır!

Devam edelim: bir dönem “demokrasi küfürdür” diyen bir kişi daha sonra “demokrasi bir araçtır; iyiye kullanılırsa iyi, kötüye kullanılırsa kötü olur” derse, bu kişi için ne söylenmelidir? Burada da benzer ihtimaller vardır ve yine burada da asıl üzerinde durulması gereken grup, önceden demokrasiyi ‘küfr’ olarak nitelediği halde, sonradan bunun bir ‘seçim sistemi’ olduğu düşüncesine meyledenlerdir. Bu kişiler nasıl oluyor da, önce ‘küfr’ olarak gördükleri şeyi, daha sonra ‘sorunsuz’ bir konu olarak niteleyebiliyorlar? Diğer iki ihtimali devre dışı bıraktığımız zaman, bunun ancak ‘bilgi temelinin zayıf olması’ ile izah edilebileceği açıktır. Benzer birçok konuda aynı değerlendirmeyi yapabiliriz. Örneğin daha önce filanca şahsa Deccal diyenler daha sonra “bugün yaşasaydı bizim partimize üye olurdu!” diyebiliyorlarsa, burada diğer iki ihtimali hariç tutarsak, yine ancak ‘bilgi’ ile ilgili bir sorunun söz konusu olabileceğini söyleyebiliriz. Daha önce “laiklik küfürdür” diyenler, daha sonra “İslam en iyi laik düzende yaşanır” diyebiliyorlarsa, diğer iki ihtimali hariç tutarsak, burada da ancak bir cahillik durumu söz konusu olabilir. Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Peki, aynı şeyi, Kutub konusunda görüş değiştirenler için de düşünebilir miyiz? Yani dün Kutub için en hayırhah ifadeleri kullananlar, bugün onu ‘modası geçmiş’ bir kişi olarak görüyorlarsa, burada da esasta yine bir ‘cehalet’ durumu mu söz konusudur? Cevabını arayacağımız soru budur. Üzülerek ifade etmeliyim ki, bu soruyu da aynı şekilde cevaplandırabiliriz. Bunu, bazılarının bu tespitime itiraz edeceğini bile bile söylüyorum! Farkındayım, kimileri, bazı isimleri örnek göstererek: “bu kişiler de mi bilmiyor yani?” diyerek sözlerime itiraz edecekler. Bu itiraza da cevabım, maalesef, “evet” olacak. Çünkü burada kişiler bazında bir değerlendirme yapmıyoruz, meseleyi tartışıyoruz. Eğer konuya yanlış yaklaşılmışsa, kim olursa olsun, bunun yanlış olduğunu söylememiz gerekiyor. Peki, o halde Kutub’u bugün ‘modası geçmiş’ bir kişi olarak görenlerin yanlışı nerede? Şimdi bu sorunun cevabını arayalım:

İddiaya göre, “Kutub’un görüşleri belki kendi zamanı için bir kıymet taşıyordu, ama gelinen aşamada artık revize edilmelidir!” Bununla kast edilenin ne olduğuna baktığımızda, iddiayı dile getirenlerin büyük ölçüde “sisteme eklemlenme tehlikesi” yaşayan kesimler olduğunu gözlemliyoruz. Her ne kadar bu durum tartışmanın ‘özü’ ile ilgili olmasa da, bize bazı şeyler söylediğini de kabul etmemiz gerekiyor. Bu kişiler niçin acaba “sistem içerisinde” bir mevzi kapmak istedikleri dönemde Kutub hakkında bu türden şeyler söylüyorlar? Bunun cevabı çok açıktır: çünkü Kutub, açıkça ve çok net biçimde ‘cahiliye’ toplumunda “sistem-içi” mücadeleyi olumlamamaktadır! Ona göre, bu, hem ‘ideolojik olarak’ bir çelişkiye işaret eder hem de “amaca götürücü olmaktan uzaktır.” Dahası, Kutub, cahiliye düzenini bir çarka benzetir ve bu çarkın içine girenlerin ‘öğütüleceğini’ söyler. Dolayısıyla onun önerisi, ‘cahiliye’ ile bağların koparılması ve ‘ayrı’ bir örgütlenmeye gidilmesidir. Bunun detaylarını vermese de, Kutub düşüncesinde bu husus çok barizdir. Elbette ayrıntıdaki eksiklik ya da faaliyetin çerçevesinin somut çizilmemesi nedeniyle, onun bu görüşleri tartışmaya açık olmuş ve dolayısıyla da farklı yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. Kimileri, Kutub’un bununla ‘tepeden inmeci’ veya ‘tedhiş içeren’ yöntemleri tecviz etmediğini savunurken, Et-tekfir ve’l-hicre veya Cihad gibi kimi gruplar, ‘ayrı yapılanma’dan toplumun ‘tekfir’i veya ‘terk edilmesi gerektiği’ vb. sonucunu çıkarmışlardır. Ama kim hangi yaklaşımı benimserse benimsesin, Kutub’un ‘laik’ veya ‘seküler’ düzenler içerisinde ‘sistem-içi’ mücadeleye cevaz verdiğini söyleyen çıkmamıştır. Bu yüzdendir ki, bugün onun düşünceleri için “modası geçti” diyenler dahi, geçmişte “şirk ve küfr’e düşeriz” kaygısıyla sistem-içerisine girmekten kaçınmışlar, hatta ‘parti politikası’ güden kesimleri ‘dinden çıkmakla’ vs. suçlamışlardır. Bunun nedeni, Kutub’un ‘sistem-dışı mücadele’nin gerekliliği noktasında çok net ifadeler kullanmasıdır. Hal böyle olunca, ‘sistem-içine’ girme temayülü gösteren grupların, Kutub’u eleştirmek istemesi, hatta onu bu noktada “fazla sert” vs. bulmasını anlamak zor olmasa gerekir!

Peki, acaba Kutub ‘ayrı yapılanma’ ile neyi kast etmektedir? İşte ‘değişim’ meselesini, asıl bu soru çerçevesinde tartışmak gerekir. Acaba o, “her hal ve durumda” cahiliye toplumundan kopmayı mı kast etmiştir yoksa ‘cahiliye’ ile ‘İslam’ın ‘özü itibarıyla’ farklı iki ideoloji veya sistem olduğunu ihsas ettirmek için mi böyle söylemiştir? Bu, önemli bir sorudur ve cevabını ararken de dikkatli olunmalıdır. Sistem-içi mücadeleyi olumlama eğilimine giren gruplara göre, bu konuda Kutub’un sözleri çok açıktır ve bu yüzden de, gelinen aşamada, bunları artık ‘uygulanması imkansız’ sözler olarak görmek ve “hayatın gerçeklerine uymayan” bu öneriyi revize etmek gerekir! Ama acaba Kutub, meseleyi bu grupların anladığı şekilde mi ortaya koymaktadır? Yani “cahiliye toplumundan kopmak gerekir” derken, Kutub’un kastı, örneğin “dağa çekilmek” ya da ‘yabani’ gibi yaşam mı sürmektir? Yoldaki İşaretler dikkatli okunduğunda, onun bunu kast etmediği görülür. O, bir ‘ayrı yapı’dan söz etmektedir, ancak bunun ‘nasıl’ olması gerektiğine ilişkin açık bir ifade kullanmamaktadır. Peki, bu hususu nasıl anlamak gerekir? Kutub, bunu niçin açıkça tarif etmemiştir? Bir çözüm bulamadığı için mi genel ifadeler kullanmıştır yoksa acaba başka bir neden mi vardır? Bunlar da önemli sorulardır ve dikkatlice cevaplandırılmaları gerekir. Naçizane kanaatim odur ki, Kutub, kendi dönemi itibarıyla ‘Örnek Kur’an Nesli’ni oluşturmanın gerekliliğini vurgulamayı, bu nesli açıkça tarif etmekten daha önemli gördüğü için, bu konuyla ilgili eserlerinde detay yer almamaktadır. Yani, Kutub için, kendi dönemi itibarıyla, yapının ‘ayrı’ olması gerektiğini vurgulamak, ‘yapı’nın detaylarını izah etmekten daha önemlidir. Bilindiği gibi, Kutub, ‘davet’in kendi fıkhını üreteceğini savunmaktadır ve bu yüzden, fıkhî mevzularla fazla ilgilenmemektedir. Onun asıl ilgi alanı, ‘siyaset’ veya ‘toplum’dur. O, toplumu ‘yeniden inşa’ etmenin çabasını vermekte ve bunun için ‘öncelikli’ olan sahaları seçip onlara ilişkin önerilerde bulunmaktadır. Dolayısıyla, Kutub’un ‘ayrı’ yapıdan neyi kast ettiği noktasında muğlaklıklar bulunması (hatta detay anlamında eksiklikler olması) normal karşılanmalıdır. Ona göre, o dönemde yapılması gereken, ‘cahiliye’ ile olan köklü uzlaşmazlığın altını çizmek, onunla uzlaşmamak, yani ‘sisteme eklemlenmemek’tir. Bunun nasıl olabileceği konusunda somut öneriler geliştirmek vs. o denli önemli değildir.

Kanaatimce, Kutub, bu hususta haklıdır ve haklılığı halen de devam etmektedir. Çünkü yeryüzünde hala ‘cahiliye’ egemendir ve esas itibarıyla bu durumda (İran hariç) bir değişiklik de olmamıştır. O halde, cahiliyeye eklemlenme noktasındaki hassasiyet hala korunmalıdır. Ama acaba Kutub’un ‘ayrı’ yapı noktasında söyledikleri hiç mi revize edilemez? Bu noktada ihtiyatlı olmak gerektiğini de ifade edebilirim. Gerekçem ise şudur: malum olduğu üzere, “uygulanamayacak bir fetva verilmez!” Dolayısıyla, Kutub’un da bu noktada ‘ütopik’ bir öneride bulunduğunu savlamak doğru olmaz. Fakat şartların değişmesi, bazı görüşlerin revizyonunu gerektirebilir. (Bilindiği gibi, İmam Şafii, aynı meselede farklı coğrafyalarda farklı fetva verebilmiştir). Dolayısıyla, odaklanmamız gereken husus, basitçe, Kutub’un bu görüşü ortaya attığı dönemdeki ‘şartlar’ın bugün itibarıyla değişip değişmediğini veya bu görüşün hangi coğrafyalar için hangi şartlarda uygun olduğunu tespit etmektir. Evet, acaba Kutub, ‘ayrı yapılanma’yı önerdiğinde, bu, gerçekten ‘uygulanması imkansız bir fetva’ mı idi yoksa bu imkansızlık daha sonra mı ortaya çıktı? Ya da bu fetva, özel olarak sadece Mısır coğrafyası için mi verilmişti de, o dönemde uygulanabilir olmasına rağmen daha sonraları bu imkan ortadan kalktı? Biliyoruz ki, Kutub’un konuyla ilgili görüşünü kamuoyu ile paylaştığı yıllarda Mısır ‘sömürgeci’ İngilizlerin etkisinden tam olarak kurtulamamıştı ve Nasır’ın başkanlığında darbe yapan Hür Subaylar da ülkeyi bir ‘cumhuriyet’ olarak inşa etmek istiyorlardı. (Bu ‘cumhuriyet’in, örneğin, bir Türkiye Cumhuriyeti gibi olmadığını tahmin etmek zor olmasa gerektir. Mısır’da ordu, her daim, idare üzerinde etkili olmuştur. Türkiye’de de benzeri bir durum olsa da, ‘demokrasi tecrübesi’ açısından iki ülke arasında büyük farklar olduğu şüphesizdir). Kutub’un Yoldaki İşaretler’i yazdığı dönemde, liderini bir suikast sonucu kaybetmiş olan Müslüman Kardeşler teşkilatı, ‘sistem-içi’ bir harekete dönüşme riskleri taşıyordu, zira yapılan seçimlere ‘dolaylı yoldan’ katılmakta bir mahzur görmüyordu (Hatta Hasan el-Benna, devletten aldığı yardımla genel seçimlere katılmıştı!) Bunun dışında, yeni ‘cumhuriyet’ daha önce görece ‘özerk’ olan kimi alanlarda (örneğin, dini mekteplerin kısmen devlet denetimi dışında faaliyet gösterebildiği ‘eğitim’ alanında) tevhid-i tedrisat’a benzer bir uygulamayı ülke genelinde uygulamaya sokabilirdi. Naçizane kanaatime göre, bu ve benzeri nedenlerle, Kutub, ‘sisteme eklemlenme’ tehlikesini göz önünde bulundurarak ‘ayrı yapılanma’nın gerekliğine vurguda bulunmuş, fakat bu yapıyı detaylı bir şekilde tarif etme ihtiyacı duymamıştır. Bu da gayet anlaşılabilir bir durumdur. Ancak bu, ‘ayrı yapılanma’ dediğimiz şeyin, mahiyeti ne olursa olsun, her coğrafyada aynı şekilde uygulanabilir bir şey olduğu anlamına gelmez, gelmemelidir. Kutub’un önerdiği yıllarda belki Mısır veya benzeri ülkeler için uygulanabilir bir şey olabilir, fakat örneğin rejimin her alanı tamamen kontrol ettiği Türkiye Cumhuriyeti gibi devletlerde ‘uygulanabilir’ bir şey olmayabilir. Nitekim ‘çağdaş Leviathan’ sayılan ‘ulus-devletler’de, rejimler muhalif unsurlara hayat hakkı tanımamışlar ve çok sıkı tedbirler alarak her alanda tam denetimi sağlamışlardır. Bu ülkelerde ‘ayrı yapılanma’yı önermek, ‘uygulanması imkansız’ bir şeyi teklif etmek anlamına gelir ki, bunun doğru olmayacağını söylemeye bile gerek yoktur. Ancak bu, ‘sisteme eklemlenme’yi meşrulaştırmaz. Laik-seküler sistemlere eklemlenmek yine gayri meşrudur ama bundan dolayı örneğin bir tekfir’ mekanizması işletilemez. Çünkü (tıpkı ölmemek için domuz eti yemenin mubahlaşması gibi) zor altında, haramlar mubahlaşır. Bunu söylemekle, laik rejimlerde ayrı yapı kurmamış olanları ya da buna teşebbüs etmeyenleri temize çıkarmak istemiyorum. Burada söylemek istediğim şey, sadece kimseye “gücünün üstünde bir yük yüklenilemeyeceği”dir. (Nitekim bir dönem, “şirke düşmemek için” kimlik kartı taşımayı, rejimin caddelerinde yürümeyi, rejimin elektriğini, suyunu vs. kullanmayı ‘haram’ görenler de aynı yanlışı işliyorlardı!). Dolayısıyla, ‘somut öneri’ olarak ortaya konulan şeylerin, ‘uygulanabilir’ olması gerekir. Başka bir deyişle, ‘uygulanamayacak’ olan bir şey, önerilemez de! Burada elbette ki ‘taşınabilecek ağırlıktaki yük’ün tarifi de gerekir. Zira bazı kişiler veya gruplar, “aslında taşıyabilecekleri” yüklerin ‘taşınamaz ağırlıkta’ olduğunu iddia edebilirler. Bu nedenle, her iddiayı da ciddiye almamak gerekir. Pratiğe baktığımızda da görüyoruz ki, örneğin Tevhid-i Tedrisat kanununun hakim olduğu Türkiye Cumhuriyeti’nde, Cumhuriyet’in ilanından beri eğitim alanında ‘ayrı bir yapılanma’ söz konusu olamamıştır. Son dönemde ortaya çıkan ‘özel okullar’ın müfredatı dahi Milli Eğitim Bakanlığı’nın denetiminde hazırlanmaktadır. Hakeza, Siyasi Partiler Kanunu’nda yasak olduğu için, Şeriat talebi olan bir ‘siyasi parti’ de kurulamamıştır. Özal’ın 141, 142 ve 163. maddeleri kaldırmasından sonra Komünist Parti dahi kurulmuş, ama İslam Devleti isteyen bir parti kurulamamıştır. Bu, ‘sistem-içi’ alanın ‘ayrı yapılanma’ya müsait olmadığı anlamına gelir. Ama buna rağmen, Müslümanlar bu tür sistemlerde bir takım organizasyonlar da kurmuşlardır. Bunlar kimi zaman bir dergi, kimi zaman bir yayınevi, kimi zaman da başka bir ad altında ortaya çıkmışlardır. Bendeniz, bu yapıların Kutub’un kast ettiği anlamda birer ‘ayrı yapı’ olarak nitelendirilebileceğini düşünüyorum. Çünkü burada esas olan, ‘cahiliye’ ile uzlaşmadan İslami değişimi talep etmek ve bunun için faaliyette bulunmaktır. Hepimizde biliyoruz ki, bu şart, (özellikle de 80’li ve 90’lı yıllarda) bu yapılarda vardır. Fakat olmayan şey, toplumun karşısına İslami kimlikle çıkıp ‘toplumsal bir çağrı’da bulunmaktır. Bunu Türkiye’de yapabilmiş bir grup henüz yoktur. Bu anlamda bir ‘ayrı yapı’ da yoktur. Var olanlar, ‘sistem-içi’ yapılar cümlesinden görülmelidir. Bu parti olabilir, dernek veya vakıf olabilir, sonuç değişmez. Çünkü Kutub’un ‘ayrı yapı’ ile kast ettiği, “siyasi ve toplumsal değişiklik talebi olan” ve bunu topluma “açıkça deklare etmiş” bir organizasyondur. Türkiye’de ‘din’ adına faaliyet gösteren hiçbir parti, dernek veya vakıf, resmen bunu deklare edebilmiş değildir. Ancak burada şunu da ifade etmemiz gerekiyor ki, sözünü etmiş olduğumuz şartlar altında böyle bir yapıyı kurmak, Mısır ortamında kurmaktan görece daha zordur. Çünkü Türkiye’de ulus-devlet daha örgütlü bir yapı olarak tezahür etmiştir ve ‘denetimsiz’ neredeyse hiçbir alan da bırakmamıştır. Dolayısıyla, Kutub’un ‘ayrı yapı’ bağlamında önerdiklerini, bu şartları dikkate alarak gözden geçirmek meşru bir düşünsel faaliyet olarak görülebilir.

 Kutub düşüncesinin revizyonu hususunda şu noktayı da göz önünde bulundurmak gerektiğine inanıyorum. Malum olduğu üzere, Kutub, ‘cahiliye’nin hakim olduğu (yahut İslam Devleti’nin olmadığı) bir dönemde yazmıştır ve muhatabı da esas itibarıyla ‘yeni toplum’u kurmak için mücadele veren İslami Hareketler’dir. Dolayısıyla İslam Devleti’nin olduğu bir coğrafyada (örneğin İran’da) Kutub’un kimi görüşlerinin ‘geçerliliği’nin kalmadığını söylemek mümkündür. Bunu, Ali Şeriati için de söyleyebiliriz. Şeriati de, tıpkı Kutub gibi, eserlerini ‘cahiliye’nin hakim olduğu bir dönemde yazmıştır ve amacı ‘İslam Devrimi’dir. Dolayısıyla, ‘İslam Devrimi’ni yapıp ‘İslam Devleti’ni kurmuş olan bir coğrafyada Şeriati’nin kimi önerilerinin geçerliliğinin kalmadığı da söylenebilir. Fakat şartları Kutub’un ve Şeriati’nin yazılarını yazdığı dönemin şartlarına benzeyen coğrafyalarda, bu iki ‘alim’in görüşlerinin (esastan) revizyona tabi tutulması gerektiğini söylemek doğru olmaz. Çünkü buralarda şartlar (toplumsal değişim bağlamında) esas itibarıyla değişmemiştir; o halde bu iki alimin görüşlerinin de (esas itibarıyla) geçerliliğini sürdürdüğü kabul edilmelidir! Yani bu coğrafyalarda hala ‘cahiliye’ egemendir ve bunu değiştirmek için Müslümanların ‘ayrı bir yapı kurarak’ mücadele etmesi ve İslam Devrimi’ni gerçekleştirmesi gerekir. Bu husus çok açıktır ve ‘revizyon’a tabi bir mevzu olarak da görülemez.


Facebook'ta Paylaş Tweetle